1- İlim Ehli

Bunlardan aldanan bir çok grup vardır. Bir grubu şer'î ve aklî ilimleri öğrenmişler, bu ilimlerde derinleşmişler ve onunla meşgul olmuşlardır. Âzaları kontrol etmeyi, günahlardan korumayı ve ibâdetlere has kılmayı ihmal edip ilimleriyle mağrur olmuşlardır. Allah katında büyük bir dereceye, ilimde büyük bir mertebeye ulaştıklarını ve bundan ötürü de Allah'ın onlar gibilerine azap etmeyeceğini zannederler. Hatta Allah'ın halk hakkındaki şefaatlerini kabul edeceği fikrine kapılmışlardır. Allah katında şerefli oldukları sebebiyle günah ve hatalarından dolayı Allah'ın kendilerini hesaba çekmeyeceğini sanmışlardır. Bunlar mağrur ve aldanmışlardır. Çünkü bunlar basiret gözüyle dikkat etseydiler, bileceklerdi ki ilim iki kısımdır: Biri muamele, diğeri mükâşefe ilmidir. Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bildiren ilim -ki âdeten bu ilme mârifet ismi verilir- mükâşefe ilmidir.

Muamele ilmine gelince, helâl ve haramın bilinmesi, nefsin kötü ahlâklarının tedavisinin keyfiyeti ve ondan kaçmanın bilinmesi gibi şeylerdir. Bu ilimler, ancak amel etmek için istenir. Eğer amel etmeye ihtiyacı olmasaydı bu ilimlerin hiçbir kıymeti olmazdı. Bu bakımdan amel etmek için istenilen ilmin, amelsiz hiç-bir kıymeti yoktur. Bu hakikatin misali şudur: Hasta birisi vardır. Onun hastalığını ancak birçok maddeden yapılmış bir ilaç giderebilir. O maddeleri de ancak doktorların hâzıkları tanır. Bu kimse doktoru aramak için memleketinden ayrılır. Sonra hâzık bir doktora rastlar. Doktor ona o ilacı öğretir. İlacın karışımını, nevilerini, miktarlarını ve maddelerini tafsilâtlı bir şekilde öğretir. Bu karışımların nasıl dövüleceğini, nasıl katıştırılacağını, nasıl hamur yapılacağını öğretir. Dolayısıyle o da bunu öğrenmiş olur. Güzel bir yazı ile bundan bir nüsha yazar, evine döner. Yazmış olduğu yazıyı durmadan tekrar eder, başka hastalara öğretir.

Fakat o ilacı içmekle ve kullanmakla bir türlü meşgul olmaz. Acaba senin kanaatine göre, bu adamın bu şekildeki çabası kendisinde bulunan hastalığına hiçbir fayda verir mi? Heyhat fayda ne gezer? Eğer bu adam o tarifin bin nüshasını yazsa, onu bin tane hastaya öğretse ve hepsi de şifa bulsa, onu bin gece tekrar etse, yine de hastalığına bir fayda vermez. Parayı verip ilacı satın alıncaya kadar bu durum değişmez. Öğrendiği gibi karıştırıp, içmeyince ve acılığına tahammül göstermeyince ve içmesi de belli olan vaktinde, korunma ve şartların hepsini yerine getirdikten sonra olmayınca hiçbir fayda sağlamaz. Bütün bunları yaptığı zaman da şifa bulup bulmaması hususunda yine tehlikededir. Nerde kaldı ki hiç içmesin? Hiç içmese şifa bulması nerde kalır? Ne zaman o ilacın formülünü öğrenmesinin ve tekrar etmesinin kendisine kâfi geleceğine ve şifa vereceğine inanırsa, o zaman mağrur olduğu belli olur. İşte ibâdet ve taatlerin ilmini güzelce öğrenip o ilimle amel etmeyen fakih de aynen böyledir. Günahların ilmini güzelce öğrenip ondan korunmayan kötü ahlâkın ilmini iyice öğrenip onlardan nefsini temizlemeyen, iyi ahlâkın ilmini temelinden öğrenip onunla sıfatlanmayan bir âlim mağrurdur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Muhakkak (nefsini küfür ve isyandan) temizleyen kurtulmuştur.(Şems/19)

Allah Teâlâ 'Nefsin tezkiyesinin nasıl yapıldığını öğrenen ve bu husustaki ilmi yazan ve halka öğreten felâha kavuşmuştur' dememiştir. Bunun yanında şeytan insana der ki: 'Bu misal seni aldatmasın; zira davayı bilmek, hastalığı ortadan kaldırmaz. Senin gayen Allah'a ve sevabına yaklaşmaktır. Sevabı celbeden ilimdir'. Bundan sonra ilmin fazileti hakkında vârid olan hadîsleri okur. Eğer bu miskin adam, ahmak ve mağrur bir kimse ise, şeytanın bu sözleri hevasına uygun düşer. O da şeytanın sözünü dinler ve ameli bırakır. Eğer akıllı bir kimse ise şeytana der ki: 'Sen bana ilmin faziletlerini hatırlatır da ilmiyle amel etmeyen fâcir âlimin hakkında vârid olanları unutturur musun?'

Onun misali, köpeğin misali gibidir.(Araf/177)

Kendilerine Tevrat'la amel teklif edildikten sonra onunla amel etmeyenlerin hali ciltlerle kitap taşıyan eşşeğin haline benzer.(Cum'a/5)

Acaba köpeğe ve eşşeğe benzemekten daha büyük bir rezalet var mıdır?

Kim ilim yönünden gelişir, hidayet yönünden gelişmezse o gittikçe Allah'tan uzaklaşır.6
İlmiyle amel etmeyen âlim ateşe atılır, barsakları delinir. Değirmende eşeğin döndüğü gibi, ateşte o barsakların etrafında döner!7

İnsanların en şerlisi kötü âlimlerdir.8

Ebu Derdâ'nın şu sözü de böyledir: 'Bilmeyene bir defa veyl olsun! Eğer Allah dilerse ona bildirir. Bilip de amel etmeyene yedi defa veyl olsun!' Yani ilim kişinin aleyhinde delildir; zira kişiye denilir ki: 'Bildiğinle nasıl amel ettin! Allah'ın şükrünü nasıl îfa ettin?'

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Kıyamet gününde azap bakımından insanların en şiddetlisi, Allah'ın ilminde fayda vermediği âlimdir.9

Bu ve Kitab 'ul-İlim'in Ahiret Alimlerinin Alâmeti bölümünde zikrettiğimiz benzeri hadîsler sayılmayacak kadar çoktur. Ancak bunlar, facir bir âlimin hevâ-i nefsine uygun düşmeyen şeyler hususunda vârid olan hadîslerdir. İlmin fazileti hakkında vârid olanlar ise, onun hevâ-i nefsine uygun gelir. Dolayısıyla şeytan onun kalbini hevâ-i nefsine meylettirir. Bu ise gururun ta kendisidir; zira eğer kişi fazilet gözüyle bakarsa, onun misali yukarıda zikrettiğimiz gibidir. Eğer iman gözüyle bakarsa, ona ilmin faziletini ve kötü âlimlerin zemmini haber verir. Onların halleri Allah'ın katında cahillerin hallerinden daha şiddetlidir. Allah'ın onun aleyhindeki delili kuvvet kesbetmesine rağmen hâlâ kendisini hayır üzerinde zannederse, bu gururun son derekesidir. Allah'ın sıfat ve isimlerinin ilmi gibi, mükâşefe ilimlerini bildiğini iddia eden ve bununla beraber ameli bırakan, Allah'ın emrini ve hududlarını çiğneyen bir kimsenin durumu daha şiddetlidir. Bunun misâli, padişaha hizmet etmek isteyen bir kimsenin misali gibidir. Bu kimse sultanın ahlâkını, sıfatlarını, zenginliğini, rengini, şeklini, uzunluğunu, genişliğini, âdetini, meclisini tanımış, fakat sultanın sevdiğini, sevmediğini, kızdığını veya razı olduğunu tanımamıştır veyahut da bunları da tanımıştır, fakat sultanı aleyhinde kışkırtacak bütün hareketleri yaptığı halde ona hizmet etmek ister. Sultanın sevdiği giyim şeklini, konuşma, hareket ve oturmasını muattal bıraktığı halde padişaha hizmet etmek ister. Sultanın bütün sevdiklerini bıraktığı, kızdığı herşeye bulaştığı halde, sultanın huzuruna gelip ona yaklaşmak ve onun özel hizmetkârlarından olmak ister. Bütün bu hususlarda sultanı tanıması, sultanın soyunu, ismini, memleketini, suretini, şeklini, hizmetçilerini sevk ve idare ettiği şeyler hususundaki âdetini, milleti hakkındaki muamelesini vasıta kılar. Bu gerçekten kötü bir gururdur; zira eğer bilmiş olduklarını bıraksaydı, sadece sultanın hoşuna gitmeyen ve gidenlerin bilgisini elde etmek için uğraşsaydı, onun bu meşguliyeti sultana yaklaşmasına ve özel hizmetkârlarından olup maksadına nail olmasına daha yakın olurdu. Kişinin takva hususunda kusurlu oluşu ve şehvetlerinin arkasına takılması delâlet eder ki onun için Allah'ın mârifeti hususunda mânâlar değil de sadece isimler ve tâbirler keşfolunmuştur; zira eğer o, Allah'ı gerektiği gibi tanımış olsaydı muhakkak Allah'tan korkar ve çekinirdi. Bu bakımdan akıllı bir kimsenin aslanı bildikten sonra aslandan çekinmeyip korkması düşünülemez. Oysa Allah Teâlâ, Hz. Dâvud'a 'Yırtıcı hayvandan korktuğun gibi (en azından o derecede) benden kork' emrini vahyetmiştir.

Aslanın rengini, şeklini, ismini bilen bir kimse, bazen aslandan korkmaz. O âdeta aslanı tanımıyordur. Bu bakımdan Allah'ı bilen bir kimse, Allah'ın âlemleri helâk edip perva etmemesinin Allah'ın sıfatlarından olduğunu bilmelidir ve yine bilmelidir ki öyle bir ilah kudretinin altında bulunuyor ki, eğer onun gibi binlercesini helak etse, ebediyyen azabı onların üzerine yüklese, böyle yapmak O'nda zerre kadar tesir yapmaz ve bundan dolayı rikkate gelmez.

Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar. (Fâtır/28)

Zebûr'un başlangıcında şu ibare vardır: 'Hikmetin başı Allah korkusudur'.

İbn Mes'ud şöyle demiştir: 'İlim yönünden Allah'ın korkusu kâfidir. Cehâlet yönünden Allah'a güvenerek mağrur olmak kâfidir'.

Hasan Basrî'den bir mesele hakkında fetva soruldu. O da cevap verdi. Bunun üzerine ona denildi ki: 'Bizim fakîhlerimiz senin dediğin gibi demezler'. Cevap olarak şöyle dedi: 'Sen hiç fakih gördün mü? Fakih o kimsedir ki gecesinde âbid, gündüzünde oruçlu, dünyasında zâhid olur!'

Bir defasında da şöyle dedi: 'Fakîh ne yağcılık yapar, ne de mücadele!' Allah'ın hikmetini yayar, eğer yaymış olduğu hikmeti halk kendisinden kabul ederse, Allah'a hamd eder. Eğer yaymış olduğu hikmet gerisin geriye çevrilirse yine Allah'a hamdeder. O halde fakîh o kimsedir ki Allah'tan gelen emri ve yasağı anlamış, Allah'ın sıfatlarından, Allah'ın hoşuna gideni ve Allah'ın kerih gördüğünü öğrenmiştir. Böyle âlim hakkında şöyle denmiştir: 'Allah kime hayrı irade ederse onu dinde fakih yapar'. Kişi bu nitelikte değilse mağrurlardandır.

Başka bir grup vardır, ilim ve ameli muhkemce edinmişlerdir. Zahirî ibâdetlere devam ve günahları terketmişlerdir. Ancak kalplerini kontrol etmemişlerdir ki kendilerinden Allah katında kötü olan kibir, hased, riya, reislik ve yücelik talebi, akran ve emsale kötüyü istemek, memlekette ve halk arasında şöhret talep etmek gibi sıfatları sıyırıp atsınlar. Bazen de onların bazıları bunların kötü olduğunu dahi bilmez ve bunlara devam eder! Bunlardan yakayı bir türlü sıyıramaz. Hz. Peygamber'in şu sözlerine de iltifat etmez:
Riyanın en azı şirktir!10

Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!'11

Ateşin odunları yediği gibi, hased de hayırları yer.12

Suyun baklayı bitirdiği gibi, şeref ve mal sevgisi nifakı bitirir.

Bunlardan başka daha nice haberler vardır ki biz onları Kötü Ahlâk ile Mühlikât bölümünde zikretmiştik.
Bu bakımdan bu kimseler zâhirlerini süslemiş, bâtınlarını ihmal etmiş ve şu hadîs-i şerifi unutmuşlardır:

Elbette Allah sizin sûret ve mallarınıza değil, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.14

Onlar amellerini kontrol ettiler, kalplerini kontrol etmediler. Oysa kalp asıldır; zira ancak sağlam bir kalp ile Allah'a gelen kurtulur.

Bunların misali, lağım kuyusu gibidir. Zâhiri badanalı, içi pislik doludur veya ölülerin kabirleri gibidir. Zâhirleri süslü, içleri leşle doludur veya içi karanlık bir ev gibidir ki çıra onun dış tarafına bırakılmış, dışını aydınlatmıştır. İçi ise kapkaranlıktır veya bir kişi gibi ki sultan onun evinde misafir olmak ister. O da evinin kapısını badanalamış, fakat evin en üst köşesinde pislikleri bırakmıştır. Bu hareketin, gurur olduğu gizli değildir. Buna en yakın olan misal, şöyle bir kişidir ki ekin ekmiş, ektiği çıkmış ve onunla beraber onu ifsad edici otlar ela çıkmış, o da ekini ottan ayıklamak için otu temelinden kaldırmakla görevlendirilmiştir. Buna rağmen o, otun başını ve kenarlarını keser, otun kökü ise kuvvetini muhafaza eder ve büyümeye devam eder; zira günahların serpildiği yerler kalpteki kötü ahlâklardır. Kalp onlardan temizlenmedikçe kalbin zâhirî ibâdetleri ancak birçok âfetlerle beraber tamamlanır. Böyle bir kimse, bir hasta gibidir ki onun bedeninde uyuz başgöstermiş, ona bedenine ilaç sürmesi, ilaç içmesi tavsiye edilmiş. Bedene ilaç sürmek, tenindeki şeyleri silmek içindir. İçmesi emredilen ilaç ise, uyuzun içteki maddesini kökünden sökmek içindir.

Bu kimse, bedene sürülen merhemle kanaat ederek içilen ilacı terketmiştir. Uyuz maddesini geliştiren yemeklere devam eder. Dışını merhemler, içinde uyuz devam eder. İçteki maddeden durmadan doğup çıkar. Başka bir grup vardır ki, bâtınî ahlâkların şeriat açısından kötü olduğunu öğrenmişlerdir. Ancak nefislerini beğendiklerinden ötürü, bu ahlâklardan kurtulduklarını zannederler ve sanırlar ki Allah katında bu ahlâklara müptelâ edilmeyecek kadar yüce bir makama sahiptirler. Onlar kendileri gibi ilimde büyük makama yetişenleri değil de halk tabakasını bu kötü ahlâklara müptelâ kılar kanaatindedirler. Onlar ise (kendi kanaatlerine göre) böyle bir felâkete düçar olmaktan pek uzaktırlar. Sonra onların üzerinde kibrin, reisliğin, yücelik ve şeref talebinin belirtileri göründüğü zaman, onlar 'Bu kibir değildir, ancak dinin izzetini talep etmek, ilmin şerefini izhar etmek, Allah'ın dinine yardım etmek, bid'atçilerden muhalif olanların burnunu kırmaktır. Eğer ben kirli elbiseleri giyseydim, kirli meclislerde otursaydım din düşmanları benimle alay eder, böyle yaptığıma sevinirlerdi. Benim zilletim İslâm'ın zilletidir!' derler.

Aldanmış kişi unutmuştur ki mevlâsı tarafından sakındırılmış olduğu düşmanı şeytandır. Şeytan da onun yaptığıyla sevinir ve bundan dolayı onunla istihza eder ve Hz. Peygamber'in ne ile dine yardım ettiğini, ne ile kâfirlerin burunlarını kırdığını unutmuştur. Sahabe-i kirâmdan rivayet edilen tevazu, eski elbiseleri giymek, fakr u zaruretle kanaat etmek hususunda nakledilenlerin hepsini unutmuştur. Öyle ki halife Ömer, Şam'a vardığı zaman yırtık elbiselerinden dolayı karşılamaya gelenler tarafından kınandığında cevap olarak şöyle demiştir: 'Biz öyle bir kavimiz ki Allah bizi İslâm'la aziz etmiştir. Bu bakımdan biz İslâm'ın gayrisinde azizlik aramayız'.

Sonra bu mağrur, kaseb (ince bez), diba, ve erkeklere haram olan ibrişimden olan ince elbiselerle dinin izzetini talep eder. Besili at ve mümtaz bineklerle İslâm'ın azizliğini arar ve bununla ilmin izzetini, dinin şerefini aradığını iddia eder.

Böylece akran ve emsâlinin aleyhinde veya sözüne karşı çıkan bir kimsenin aleyhinde hasedden dolayı konuştuğu zaman, bu konuşmasının hasedden ileri geldiğini anlamaz. Fakat der ki: 'Bu kızmam hak için olan bir kızmadır. Bâtıl yolda olan bir kimsenin düşmanlığı ve zulmü hususunda karşılık vermektir'.

Nefsinden hasedin çıkacağını sanmadığı için bilmez ki başka bir ilim ehlinin aleyhinde konuşulursa veya başka bir âlim reislikten menedilirse ve bu hususta kendisiyle tartışılırsa onun o zamanki öfkesi ve düşmanlığı şu andaki öfkesi gibi olacak mıdır -ki öfkesi Allah için olsun- veya başka bir âlimin hakkında konuşulursa, başka âlim riyasetten menedilirse öfkelenmeyecek midir? Aksine çoğu zaman bununla sevinir ki bu takdirde öfkesi, nefsinden ve emsalinden nefret ettiği için olsun! İşte böylece amelleriyle ve ilmiyle riyakârlık yapar. Kendisi için riya tehlikesi başgösterdiği zaman der ki: 'Ben nerede, riya nerede? Benim ilmi ve ameli izhar etmekten gayem halkın bana uyması, Allah'ın dinine hidayet olunmaları, Allah'ın azabından kurtulmaları içindir.

Mağrur, halkın kendisine uymalarıyla sevindiği gibi, ayarında olan başka bir âlime uymalarına sevinmediğini düşünmez. Eğer gayesi, halkın ıslahı olsaydı başkasının eliyle de ıslah olmaları kendisini sevindirirdi. Tıpkı hasta köleleri olan ve o hastaları tedavi etmek isteyen bir kimse gibi. Bu kimse o hasta kölelerinin kendi eliyle veya başka doktorun eliyle şifa bulmaları arasında bir fark gözetmez.

Çoğu zaman, mağrur adama böyle söylenir. Fakat yine de şeytan yakasını bırakmaz ve şöyle der: 'Onların benim vasıtamla hidayet bulmalarına sevinmem şu hikmetten dolayıdır: Onlar benim vasıtamla hidayete geldikleri takdirde ecir ve sevap benim olur. Bu bakımdan ben ancak Allah'ın sevabından dolayı sevinirim. Halkın sözümü kabul ettiği için değir.
İşte o mağrur nefsi hakkında böyle düşünür. Oysa Allah kalbine muttalidir ki eğer bir peygamber kendisine 'sevab, namsız ve nişansızlıkta, ilmi gizlemekte, ilmi açığa vurmaktan daha fazladır' dese ve hapse tıkılıp zincirlerle bağlansa, yine hapishaneyi yıkmak, zincirleri kırmak için desiselere başvurur ki ders okutmak, vaaz ve benzeri vazifelerden ötürü edinilen reisliğe konsun! Böylece sultanın huzuruna girer. Ona yağcılık yapar, över, tevazu gösterir. Kalbine, zâlim sultanlara tevazu göstermenin haram olduğu geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Neden haram olsun? Haram olması sultanların malına tamah edildiği zamandır. Senin gayen müslümanlar için onun yanında şefaat etmek, onun zararını müslümanlardan ve düşmanlarının şerrini de nefsinden uzaklaştırmaktır! Oysa Allah onun içinden geçenleri bilir ki eğer o sultanın katında onun bazı akran ve emsâli kabul edilse ve onlar her müslüman hakkında sultanın yanında şefaat etseler, hatta sultanın şerrini (zulmünü) bütün müslümanlardan uzaklaştırsalar, onların böyle yapması kendisine ağır gelirdi. Eğer bu arkadaşının aleyhinde konuşmak ve iftira atmak suretiyle sultanın yanında kötü göstermeyi becerirse, muhakkak onu kötüler. Böylece gurur bazı insanları halkın malını pervasızca alacak dereceye getirir. O malın haram olduğu aklına geldiği zaman şeytan kendisine şöyle der: 'Bu sahipsiz bir maldır. Bu mal müslümanların sosyal hizmetleri içindir. Sen ise müslümanların önderi ve âlimisin. Din, sayende ayakta durur. Durum bu iken acaba ihtiyacın kadar bu maldan alamaz mısın?'

Böylece kişi, şeytanın vesevesesiyle üç noktada aldanır: Birincisi şeytanın 'Malın sahibi yoktur' sözüdür; zira kişi bilir ki sultan bu malı müslümanlardan alınan haraçtan (vergiden) temin etmiştir. Kendilerinden mal alman müslüman ve köylüler hayattadırlar veya evlatları ve vereseleri hayattadır. Olsa olsa malları (sultanın yanında) karıştırılmıştır. Oysa yüz dinar değerindeki malı on kişiden gasbeden bir kimse o malı birbirine karıştırırsa, o malın haram bir mal olduğunda şüphe yoktur. 'Bu sahibi olmayan bir maldır' denilemez. O mal, on kişi arasında taksim olunup her birine on dinar verilmelidir. Her ne kadar malları birbirine karışmış ise de...

İkincisi, şeytanın 'Bu mal müslümanların sosyal hizmetlerine sarfedilen bir maldır. Sen de onların imamı ve âlimisin. Din seninle kaimdir' sözüdür. Bu gibi kimseler yüzünden dinleri fesada gitmiş, saltanat erbabının mallarını helâl saymış, dünyaya rağbet göstermiş, riyasete yönelmiş ve dolayısıyla ahiretinden yüz çevirmiş insanlar; dünya hakkında zâhid olmuş, dünyaya tapmamış ve Allah'a yönelmiş kimselerden çok daha fazladırlar. Öyle ise bu kişi hakikatte dinin deccalı, şeytanların mezhebinin ayakta durmasını sağlayan kişidir. Dinin imamı değildir; zira imam o kimsedir ki -peygamber (a.s), sahabe ve selef âlimleri gibi- dünyaya tapmamak ve Allah'a yönelmek hususunda önder olur.

Deccal o kimsedir ki, Allah'tan yüz çevirmek ve dünyaya yönelmek hususunda örnek olur. Böyle bir kimsenin ölümü, müslümanlar için, yaşamasından daha hayırlıdır. Bu âlim dinin direği olduğunu iddia eder. Oysa misâli, Hz. İsa'nın dediği gibidir: 'Kötü bir âlim, derenin ağzını kapatan bir kaya gibidir. Ne kendisi suyu içer, ne de suyun ekinlere akıp gitmesine izin verir!'

Son asırlarda ilim ehlinde görülen gurur çeşitleri haddi hesabı aşmıştır. Bizim söylediğimiz, az ile çoğa dikkat çekmektir. Mağrurların bir grubu da ilmi güzelce öğrenmiş, âzalarını tertemiz yapmış, ibâdetlerle süslemiş ve dışlarını günahlardan korumuştur. Nefsin ve kalbin riya, hased, hıkd, kibir ve yücelik talebi gibi sıfatlar ve ahlâklarını tedkik etmişler, bu ahlâklardan uzaklaşmak hususunda nefisleriyle mücadele etmişler, o ahlâkların kuvvetli köklerini kalplerinden söküp kaldırmışlardır. Fakat bu grup, hâlâ mağrur ve aklanmıştırlar; zira kalplerinin köşelerinde, şeytanın gizli hilelerinden, nefsin gizli desiselerinden, idrâk edilmesi pek güç olan birşeyler kalmıştır. Bunları sezemedikleri için ihmal etmişlerdir. Bunun misâli, ancak ekinini otlardan ayıklamak isteyen ve ekin içinde gezip ot arayan, her gördüğünü kökünden söken bir kimsenin misâline benzer. Ancak bu kimse, daha başı toprağın altından çıkmayan otları aramaz ve bütün otların dışarı çıktığını zanneder. Oysa, otların köklerinden ince dalcıklar bitmiş ve toprak altında yayılmıştır, kişi de onu kökünden söküp attığını zannederek ihmal etmiştir. Kişi gaflet içerisinde iken bir de ne görsün: O otlar bitmiş, kuvvet bulmuş ve haberi olmaksızın ekinin köklerini ifsad etmiştir.

Âlim kişi de böyledir. Bütün saydıklarımızı yapar, fakat gizli desiselerin murakabe ve kontrolünden gafil kalır. Onu, geceli gündüzlü ilimleri toplayıp tertip etmek için çalışır görürsün. Lâfızları güzelleştirmekle ve teliflerini o lâfızların kalıbında toplamakla meşgul olduğunu müşahade edersin! O, kendisini bu çalışmaya sevkedenin, Allah'ın dinini anlatmak, şeriatını neşretmek olduğunu söyler. Fakat onu, bu yola iten gizli teşvikçisi nam ve nişanının etrafa yayılmasını istemesi, her taraftan ziyaretçilerin kendisine gelmesi isteği, çeşitli insanların zühd, takva ve ilmini övmelerini istemesidir. Mühim meselelerde öne geçirilmesi, gayelerde herkese tercih edilmesi, istifade etmek için etrafında toplanılması, güzel lâfız ve konuşma ânında güzelce dinlenme zevki, konuşması karşısında başların sallanıp gözlerin ağlaması ve hayranlıkla seyredilmesini istemesidir.

Arkadaşlarının çokluğuyla sevinmek, takipçilerinin ve istifade edenlerin çokluğu ile böbürlenmek, takipçilerinin ve akranlarının arasında ilim, takva, zühdün zâhirini toplama özelliğiyle sevinmek, dolayısıyla dünyaya dalanların hepsine dinî bir musibetten dolayı değil de keyfî bir şekilde ta'n etme imkânını elde etme isteğidir.

Bu mağrur miskin, içinde âmirlik, azizlik, itâatkârlık, tâzim edilme ve övünmek ile mağrurdur! Eğer kalpler aleyhine dönerlerse, yaptığı amellerinin hilâfına zâhidliğine inanırlarsa, kalbi bu durumdan müşevveş olur, virdleri ve dinî vazifeleri karmakarışık olur. Bu zavallı o anda nefsini mazur göstermek için her hileye başvurur, ayıbını gizlemek için çoğu zaman yalan söylemeye kendisini zorlar ve yine, hakkında zâhidlik ve takva inancına sahip olan bir kimseyi, bu inanca sahip olmayan kimselere her hususta tercih edip daha iyi görür. Zavallı 'Bu adam haddimden fazla bana kıymet vermiştir!' demez. Kalbinin fazilet ve takvasını olduğu gibi bilip inanan bir kimseden nefret eder. İsterse bu adam gerçek kıymetinden daha fazla kıymeti kendisine verse bile... Bu zavallı insan arkadaşlarının bazısını diğerine tercih eder ve bu tercihin de fazilet ve takvadan geldiğim söyler. Oysa, o kişiyi daha önce değil de ancak bu tercihini tercih ettiği kişi daha itâatkâr, isteğine uyup, kendisini daha fazla övdüğü ve sözüne daha fazla kulak verdiği ve hizmetine daha fazla koştuğu için yapar. Etrafındaki insanlar kendisinden istifade etmek için ilmine rağbet gösterirler. O da zanneder ki onların kendisine göstermiş oldukları hüsn-ü kabul, ihlâsı, doğruluğu, ilmin hakkını yerine getirdiği içindir. Dolayısıyla Allah Teâlâ'ya kullarının faydalarını diline kolay getirdiğinden ötürü hamd ve senâ eder. Yapmış olduğu bu hamd ve senânın günahlarının kefareti olduğunu sanır. Nefsiyle beraber burada niyetin doğruluğunu aramaz. Zavallıya nam ve nişansızlığı seçmesi, halktan uzaklaşması ve ilmini gizlemesi hususunda bu kadar sevap va'dedilse, bu sevaba talib çıkmaz. Çünkü uzlete ve gizliliğe çekilmekle halkın yanında kabul olunma zevkini ve baş olma izzetini kaybeder.

Umulur ki şeytanın şu sözüyle bu gibi bir kimse kastedilmiştir: 'Ademoğullarından bir kimse, ilmiyle benden uzaklaştığını iddia ederse, o, cehaletinden ötürü, benim ağıma girmiştir!'

Bu zavallı kitab yazar, çalışır. Hem de Allah'ın ilminden fayda- lanmak için o ilmi derlediğini zanneder. Oysa bu çalışması ve kitap yazmasından ötürü isminin yayılmasını ister. Eğer bir kimse çıkıp yazmış olduğu kitabının yazarı benim deyip, onun ismini o kitaptan siler ve o kitabı kendi nefsine nisbet ederse, bu hareket ona ağır gelir. Buna rağmen bilir ki yazılmış kitaptan edilen istifadenin sevabı ancak hakikî yazarına aittir. Allah Teâlâ da bilir ki kitabın yazarı iddia sahibi değildir, aksine kendisidir.
Yazmış olduğu kitabında nefsini övmekten kurtulamaz. Ya uzun duaları açıkça yapmak suretiyle veya başkasına ta'netmenin zımnında bunu yapar ki başkasını tenkid etmesinden, kendisinin daha üstün olduğu ve ilmen ondan daha büyük olduğu açığa çıksın! Halbuki başkasını tenkid etmeye hiç de mecbur değildir. Zayıf göstermek istediği görüşten pasajlar (parçalar) alır, sonra yazarına nisbet ederek onun ilmî kıymetini düşürmek ister.
Bir de hoşuna giden parçaları alır ve bu parçaları sahibine nisbet etmez ki okuyucular tarafından o parçaların kendisine ait olduğu zannedilsin! Başkasının cümlelerini aynen alır. Tıpkı onları çalanlar gibi veya biraz değiştirerek alır. Tıpkı bir iç gömleği çalıp da aba yapan bir kimse gibi ki çalınmış mal olduğu bilinmesin! Bu zavallı, lâfızlarının süslü, seci'li ve güzel nazımlı olması hususunda çaba sarfeder ki rekakete (çirkin/kötü konuşmaya) nisbet edilmesin!

Bütün bunları yaparken gayesinin hikmeti tervic etmek, güzelleştirmek ve süslendirmek olduğunu sanır. İnsanların daha çok yararına olacağını düşünür. Bu zavallı şu rivayetten gafildir. Hukemâdan biri hikmet konusunda üçyüz kitap yazdı. Allah Teâlâ, onun zamanındaki peygambere vahiy göndererek şöyle dedi: 'Ona de ki: Sen yeryüzünü nifakla doldurdun. Allah senin nifakından hiçbir şeyi kabul etmez!'

Bu mağrur sınıftan bir cemaat bir araya geldikleri zaman her biri kendi nefsinin kalbin ayıplarından ve gizliliklerinden selâmet kaldığını zanneder. Eğer birbirlerinden ayrılıp da her birine arkadaşlarından bir grup tâbi olursa arkasına takılanların çokluğuna bakar ve 'Acaba benim arkama takılanlar mı yoksa başkasının arkasına takılanlar mı daha fazladır' diye düşünür ve arkadaşları daha fazla ise, sevinir. Halbuki başkalarına tâbi olsaydılar kendisinden daha fazla onlardan istifade edeceklerini bilse bile yine kendi yanında olmalarına sevinir. Sonra o mağrurlar ayrıldıkları ve halka faydalı oldukları zaman, biri diğerini kıskanır ve hased ederler.

Onlardan birine giden bir kimse, onun yanından ayrılıp başkasına gittiği zaman, ayrılışı o büyüklük iddia edene ağır gelir. Büyüklük taslayan, o ayrılan kişiden nefret etmeye başlar. Ayrıldıktan sonra artık içinden, o ayrılana ikram etmek, daha önce yaptığı gibi onun ihtiyaçlarını yerine getirmek, daha önce onu övdüğü gibi övmek gelmez. Oysa o ayrılan kişinin istifade ettiğini bilir. Yine bilir ki ondan ayrılıp başka bir gruba katılması o ayrılan kişinin dini bakımından daha hayırlıdır. Çünkü kendi grubunda kaldıkça o kişiye zarar geldiğini de bilir. Fakat gittiği grupta bu zarardan kurtulur. Buna rağmen bir türlü ayrılan kişiye karşı nefreti kalbinden silinmez!

Onlardan birinin içinde hasedin ateşi harekete geçtiği ve onu belirtmeye gücü yetmediği zaman, bu sefer hased ettiği kişiye, onun dinine ve takvasına mümkün olduğu kadar ta'n eder ki öfke ve hasedini buna hamletsin ve 'Ben nefsim için değil de ancak Allah'ın dini için ona kızdım' diyebilsin!

O hased ettiği kişinin ayıpları meclisinde zikredildiği zaman sevinir. Hased ettiği kimsenin övgüsü yapıldığı zaman hoşuna gitmez ve nefret eder. Bazen de o hased ettiği kişinin ayıpları söylenildiği zaman (sözde) yüzünü ekşitir. Dolayısıyla müslümanların gıybetinin yapılmasını hoş görmediğini belirtmiş olur. Oysa kalbinden buna razıdır ve böyle yapmayı ister. Allah da onun kalbinin böyle olduğunu bilmektedir. İşte bu ve buna benzer durumlar, kalplerin gizli hastalıklarındandır. Bu hastalıkları ancak akıl sahipleri sezerler. Bu hastalıklardan ancak dinde kahraman olanlar kurtulur. Bizim gibi zayıfların bu hastalıkları sezmesi mümkün değildir. Ancak insan, nefsinin ayıplarını bilmeli, o ayıplar hoşuna gitmemeli, onları kınamalı ve nefsini ıslah etmeye çalışmalıdır. Allah bir kula hayrı irade ettiği zaman, o kuluna nefsinin ayıplarını gösterir. Kimin sevabı hoşuna gider, günahı hoşuna gitmezse, o kimsenin hali ümitlidir. Onun durumu nefsini tezkiye eden, ilim ve ameliyle Allah'a karşı minnet eden, kendisini Allah'ın yaratıklarının hayırlılarından sanan bir kimsenin durumundan Allah'ın rahmetine daha yakındır. Bu bakımdan biz gafil, mağrur, gizli ayıplara rağmen ihmalkârlıktan Allah'a sığınıyoruz. Bu gurur, mühim ilimleri tahsil etmiş, fakat ilimle amel etmek hususunda kusurlu hareket eden kimselerin gururudur!

Biz şimdilik ilimlerden kendilerini ilgilendirmeyen kısımlarla meşgul olup, mühim kısımları terkeden ve bununla da aldanan kimselerin gururunu zikredelim: Bunların aldanışları ya o ilmin esasından müstağni olduklarından ileri gelir veya sadece o ilmi tahsil ettiklerinden... Bu bakımdan onlardan bir grup, halkın maslahatı için sadece halk arasında cereyan eden dünyevî işlerin tafsilâtlarını, münâzaa ve fetva ilmini tahsil ederler. 'Fıkıh' ismini de bunlara tahsis ederler. Buna 'fıkıh ve mezheb ilmi' adını verirler. Çoğu zaman bununla, zâhir ve bâtın amelleri zâyi etmişlerdir. Azalarını kontrol etmemişler, dili gıybetten, mideyi haramdan korumamışlar, ayaklarını sultanların huzuruna girmekten ve diğer azalarını da uygun olmayan yerlere gitmekten menetmemişlerdir.

Kalplerini kibir, hased, riya ve diğer helâk edici sıfatlardan arındırmamışlardır. İşte bunlar iki yönden mağrurdurlar. Yani hem amel, hem de ilim bakımından mağrurdurlar.
Amel: Biz amel hususundaki aldanışın sebebini zikretmiştik ve nitekim bu mağrurların misâli, tıpkı hasta birinin misâli gibidir. Hasta, ilacın formülünü öğrendiği, onu tekrar etme ve öğretmekle meşgul olduğu zaman bunlara benzer. Hasta, helâk olmak üzere ise hastalığının ilacını öğrenmek ve kullanmak mecburiyetindedir. Basur ve Birsam (deliliğe benzer ve hararetli bir şişkinlik) illetine mübtelâ olmuş iken buna rağmen -hayız ve istihâze illetiyle müptela olmadığı ve bir erkek olduğunu bildiği halde-hâlâ istihâzeli15 kadının durumunu öğrenmekle meşgul olur ve gece gündüz durmadan onu tekrarlayıp durursa ve 'Bazı kere istihâze illetine mübtelâ olan bir kadında benden bu fetvayı sorabilir!' derse bu, gururun katmerlisidir.

Fakihlik iddia eden miskin de böyledir. Bazen dünya sevgisi, şehvetlerin arkasına takılma sevgisi, hased, kibir, riya ve diğer bâtınî helâk edici sıfatlar kendisine musallat olurlar! Çoğu zaman tevbe edip telâfi etmeden ölüm gırtlağına sarılır. Allah kendisine öfkeli olduğu halde göçüp Allah'ın huzuruna gider. Bütün bunları terkedip, selem, İcare, zihar, lian, yaralamalar, diyetler, dâvalar, beyyineler ilmiyle, hayız meselesiyle meşgul olur. Oysa hayatında nefsi için hiçbir zaman bunlara muhtaç olmaz. Başkaları buna muhtaç olduğunda, bununla meşgul olan birçok müfti vardır. Burada riyaset ve mal olduğu için ihtirasla buna koşarlar! Şeytan bu insanı dâvet etmiş, oysa kendisinin haberi yok; zira mağrur zanneder ki nefsi dininin farz kılmış olduğu bir vazife ile meşguldür. Oysa farz-ı aynı yapmadan önce farz-ı kifaye ile meşgul olmanın günah olduğunu bilmez. Dediği gibi, eğer niyeti doğru ise, bu durum böyledir. Yani eğer fıkıhla Allah'ın rızasını kasdetmişse hüküm böyledir; zira kişi Allah'ın cemâlini kasdetse bile, fıkıhla meşgul olup âzaları ve kalbin farz-ı ayın olan vazifelerinden yüzçevirirse onun durumu amel bakımından gururdur.
İlim: Ne zaman sadece fetva ilmine yapışır, din ilminin o olduğunu zanneder, Allah'ın kitabının ve Hz. Peygamber'in sünnetinin ilmini terkederse, ilim yönünden aldanmış demektir. Bu kişi çoğu zaman hadîs âlimlerinin aleyhinde bulunarak şöyle der: 'Onlar incelikleri anlamadan haberleri nakleden ve kitabları yüklenenlerdir!' Bu kişi, ahlâk ilmini, celâl ve azametini idrâk etmek suretiyle Allah'tan haber veren fıkhı da terketmiştir. Oysa insana korku, heybet ve huşû veren ve insanı takvaya zorlayan ilim budur! Onu Allah'ın azabından emin ve Allah Teâlâ'ya güvenerek aldanmış görürsün.
'Allah elbette kendisine rahmet edecektir. Çünkü kendisi Allah'ın dinini ayakta tutan bir kimsedir. Eğer fetvalarla meşgul olmasa, helâl ve haram hükmü tahkir olunacaktır' zannına kapılmakta ve dolayısıyla daha mühim olan ilimleri terketmektedir! Oysa gafil ve mağrurdur. Gururunun sebebi ise, şeriatte -ileride geleceği gibi- 'Allah birisine hayrı irâde ederse onu dinde fa-kih yapar' şeklinde fıkhın tâzim edildiğini işitmesidir. Bilmez ki şeriatte övülen fıkıh, Allah'tan, Allah'ın korkutan ve ümit veren sıfatlarının mârifetinden haber veren fıkıhtır. Bu fıkıh, kalbin korkuyu sezmesi, takvadan ayrılması içindir.

İnananların tümü toptan sefere çıkacak değillerdir. Ama her kabileden bir topluluğun dini iyice öğrenmeleri ve dönüp kabilelerine geldikleri zaman, kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi?(Tevbe/122)

Kendisiyle sakınmanın meydana geldiği ilim, bu ilimden başkadır; zira bu ilimden gaye, malları korumak, katl ve yaralamayı defetmek ve mallar edinmekle bedenleri korumaktır. Mal, Allah yolunda kullanılan âlettir. Beden ise binektir. Mühim olan ilim, yolu gösteren ilimdir. Allah ile kul arasında perde olan ve kalbin hastalığı olan kötü sıfatları bilmektir. Kişi bu sıfatlarla mülevves olduğu halde ölürse, Allah'a karşı mahcup olarak gider. Bu bakımdan kişinin sadece fıkıh ilmi üzerinde durmasının misali, hac yolunda sadece su kabını ve ayağa geçirilen mesti dikmeyi bilmekle yetinen kimsenin misaline benzer. Şüphe yoktur ki eğer çölleri katetmek için gerekli olan su kabı ve mest (ayakkabı) bulun-mazsa hacca gitmek zor olur. Fakat sadece bunu dikmek ve yamalama ilmiyle yetinen bir kimse ne haccı yapmış, ne de haccın yoluna girmiş sayılır. Biz bu hususu Kitab'u1-İlimde açıklamıştık.

Bu kimselerden bir grup vardır ki sadece hilâfiyattan (mezheblerin ihtilâflı meselelerinden) ibaret olan fıkıh ilminin ilgili bölümünü tahsil eder. Cedel yolunu öğrenirken karşıdaki hasmı susturmak, ilzam etmek ve galip gelmek için hakkı reddetme yolunu öğrenmekten başka kendisini ilgilendiren bir kısım yoktur. Bu bakımdan bu kişi gece gündüz mezheb erbabının tenkidlerini tedkik eder. Akran ve emsalinin ayıplarını araştırır. Eziyet veren sebeplerin çeşitlerinin arkasında koşar. İşte bu nitelikte olanlar insanların yırtıcılarıdır. Tabiatları eziyet ve kıymetleri hamâkattır. Onlar ilmi ancak akran ve emsallerine karşı böbürlenmek hususunda kendilerine lâzım olan zaruretten dolayı öğrenirler. Bu bakımdan kötü sıfatları silmek ve onları güzel sıfatlarla değiştirmek suretiyle Allah'a giden yolun ilmi gibi akran ve emsallerine karşı böbürlenmekte kendilerine lâzım olmayan ilimleri terkederek onları hakir sayarlar! O ilimlerle istihzâ ederek onlara tezvik (fantazi) ve vaizlerin konuşması diye isim verirler! Oysa onların yanında tahkik, cedelde boğuşanların arasında cereyan eden arbedenin tafsilatını bilmektir. Bunlar kendilerinden önce bahisleri geçen sınıfın fetva ilmi hakkında derlediğini derlemişler, fakat daha fazlasını da eklemişlerdir; zira farz-ı kifayelerden olmayan ilimlerle meşgul olmuşlardır. Halbuki cedelin bütün incelikleri fıkıhta bid'atır. Selef böyle bir bid'atı tanımamıştır.

Hükümlerin delillerine gelince, onları mezheb ilmi kapsar. O deliller, Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in sünneti ve bu iki kaynağın mânâlarını anlamaktır. Cedelin, kesir16, kalb, fasid va'z, terkib ve ta'diveden ibaret olan hilelerine gelince, bu hileler ancak hasmına karşı galip gelmek ve hasmını susturmak için icad edilmiştir. Cedel çarşısı bununla kurulmuştur. Bu bakımdan bunların gururu, kendilerinden önce bahsi geçen grubun gururundan daha fazla ve daha çirkindir.

Diğer bir grup da hevâları reddetmek, muhaliflerin tenkidlerini cevaplamak için kelâm ilmi ile meşgul olmuşlardır. Muhaliflerle münâzara etmek, muhalifleri susturmak yollarını öğrenmekle meşgul olmuşlardır. Bu hususta birçok gruplara ayrılmışlardır. İnanmışlardır ki herhangi bir kul için amel etmek, ancak imanla olur. İman ise, ancak cedellerini sıhhatlice öğrenmek ve akidelerin delilleri diye adlandırdıkları delilleri bilmekle doğru olur. Zannederler ki kendilerinden daha fazla Allah'ı ve Allah'ın sıfatlarını bilen hiç kimse yoktur! Yine zannederler ki mezheblerine inanmayan ve ilimlerini öğrenmeyen bir kimsenin imanı yoktur! Her fırka, halkı kendi görüşüne dâvet edip yolunu güzel göstermiştir. Bunlar da iki fırkadırlar: Sapıtan fırka, hak üzere olan fırka! Sapıtan fırka, öyle bir fırkadır ki halkı Sünnet'e aykırı yollara dâvet eder. Hak olan fırka da halkı Sünnet'e dâvet eder. Gurur ise, bu iki fırkayı da kapsamaktadır. Sapıtan fırkayı kapsamasına gelince, o fırkanın dalâlette olduklarını bilmemelerinden ileri gelir. Nefsini kurtulmuş sandığından kaynaklanır. Bu sapıtan fırka birçok küçük fırkalara ayrılır. Bazısı diğerine küfür damgasını vurmaktadır! Gurur, bunlara fikirlerini itham etmedikleri, her şeyden önce delillerin şartlarını ve yolunu güçlendirmedikleri için gelir. Şöyle ki bunların her biri şüpheliyi delil, delili de şüpheli görür.

Hakkı savunan fırkaya gelince, bu fırkanın gurura kapılması, cedeli, işlerin en önemlisi, Allah'ın dininde insanı Allah'a yaklaştıran amellerin en büyüğü zannettiklerinden dolayıdır. Bu fırka 'Hiç kimsenin dini, tahkik etmeden ve araştırma yapmadan tamamlanamaz' iddiasındadır. Tedkik etmeden ve delili incelemeden, Allah'ı ve Hz, Peygamberi tasdik eden bir kimsenin mü'min olmadığını veya kâmil imanlı bulunmadığını iddia eder! Böyle bir kimsenin Allah katında Allah'ın rahmetine yakın bir kimse olmadığını savunur! İşte bu fâsid zandan dolayı, ömürlerinin hepsini cedel, bid'atçilerin hezeyanlarını ve tenkidlerini öğrenmekle geçirmişlerdir. Nefislerini ve kalplerini ihmal etmişlerdir. Hatta günahları her taraflarını kaplamış, zâhir ve bâtın hataları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Onlar zanneder ki kişinin cedelle meşgul olması, Allah katında daha evlâ, daha faziletli ve daha yaklaştırıcıdır. Fakat bu kişi, hasmına galebe çalıp hasmını susturmaktan zevk aldığı ve riyaset zevkini duyduğu ve 'Allah'ın dinini savunuyor' diye tanınmaktan hoşlandığı için basireti körelmiştir. Hz. Peygamber'in ashabına artık bakmaz. Oysa Hz. Peygamber (s.a), neslinin halkın en hayırlısı olduğuna şahidlik etmiştir.17 Oysa bu nesil bid'atçı ve hevâ-i nefsine tâbi olan birçok kimselere yetiştiler. Buna rağmen ömürlerini ve dinlerini husumet ve mücadelelere hedef kılmadılar. Kalplerini, azalarını ve durumlarını tedkik etmekten başlarını kaldırmadılar ki cedel ile meşgul olsunlar. Aksine ihtiyaç hissettikleri ve kabul edilecek alâmetleri gördükleri zaman konuşurlardı. İhtiyaç kadarıyla sapıtan bir kimseyi sapıtmasına muttali kılarlar, dalâletinde ısrar eden bir kimseyi gördükleri zaman, onu terkederler, ondan yüz çevirirlerdi. Allah için ondan nefret ederlerdi. Hayatları boyunca onlarla cedelleşmeye dalmamışlardır. Aksine şöyle derlerdi: 'Hak, Sünnet'e dâvet etmektir. Sünnet'e dâvet etmek hususunda cedeli terketmek de sünnettendir'. Çünkü Ebu Umâme El-Bahilî, Hz. Peygamber (s.a) den şöyle rivayet ediyor:

Hiçbir kavim, üzerinde bulundukları hidayetten sonra -cedele dalmadıkça- dalâlete sapmaz.18

Bir ara Hz. Peygamber (s.a), ashabının yanına çıkageldi. Onlar aralarında tartışıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara kızgınlığı yüzünden belli olacak derecede kızarak şöyle haykırdı: 'Siz böyle yapmakla mı emrolundunuz? Allah'ın Kitabı'nın bir kısmını diğeriyle çarpıştırmakla mı emrolundunuz? Emrolunduğunuz hususa dikkat edin ve amel yapın. Yasaklandığınız hususa dikkat edin ve sakının'.19

İşte görüldüğü gibi, Hz. Peygamber onları tartışmaktan menetti. Oysa onlar, cedel yapmak hususunda Allah'ın yaratmış olduğu halkın en hayırlısı idiler. Sonra onlar bütün milletlere peygamber olarak gönderilen Hz. Peygamber'i gördüler. Oysa Hz. Peygamber, onları ilzam etmek ve susturmak için hiçbir zaman onlarla mücadele etmedi. Bir delili tedkik, bir suali cevaplandırmak ve ilzam edici bir söz söylemek için tartışmaya girişmedi. Onlara karşı sadece Allah tarafından gönderilen Kur'an'la mücadele etti.

Kur'an'dan başka birşeyi mücadele olarak söylemedi. Çünkü mücadele etmek kalpleri şüpheye düşürür. Sonra o şüpheleri kalplerden silmeye güç yetmez. Hz. Peygamber taksimler ve ince kıyaslar yapmak suretiyle onlarla mücadele etmekten aciz değildi. Ashabına mücadele ve susturmanın keyfiyetini öğretmekten de aciz değildi. Fakat akıl sahipleri ve tedbir ehli, bununla aldanmadılar ve dediler ki: 'Eğer yeryüzündeki bütün insanlar kurtulsa, biz helâk olsak onların kurtuluşu bize ne fayda verir? Eğer biz kurtulur, onlar helâk olursa, onların helâk olması bize bir zarar vermez'.

Onlar cedel hususunda yahudi, hristiyan ve diğer milletlere karşı, hayatlarını mücadele yapmak suretiyle ziyan etmediler. O halde biz neden ömrümüzü zâyi edelim? Neden ömrümüzü fakirlik zamanında bize yarayan şeye sarfetmeyelim? Neden tafsilâtında nefsimizin yanlış gitmesinden emin bulunmadığımız bir konuya dalalım? Sonra da bid'atçının kendisiyle mücadele ettiğinde terketmediği aksine arttırdığı taassub ve husumetini biz daha da artıralım? Bu bakımdan nefsimle mücadele etmekle meşgul olmam, dünyayı ahiretim için terketmem hususunda çaba sarfetmem daha evlâdır. Eğer ben, mücadele etmekten menedilmeseydim dahi bu yolu tercih ederdim. Kaldı ki ben, mücadele etmekten menedilmişimdir. Ben Sünnet'i terketmek suretiyle, halkı Sünnet'in ihyasına nasıl dâvet edebilirim? Bu bakımdan en evlâsı nefsimi kontrol edip, nefsimin sıfatlarından Allah'ı kızdıran ve sevdirenleri tedkik etmenidir ki Allah'ı kızdırandan uzaklaşıp, sevdirene yapışabileyim.

Başka bir grup da vaaz etmekle meşguldürler. Bunların rütbece en yükseği, nefislerin ahlâkları, doğruluk, ihlas, yakîn, zühd, tevekkül, şükür, sabır, reca, korku ve benzerlerinden ibaret olan kalbin sıfatları hakkında konuşandır. Bu grup mağrurdur. Bu sıfatları halka söyledikleri ve halkı bu sıfatlara dâvet ettikleri zaman bu sıfatlara sahip olduklarını zannederler. Oysa halk tarafından takip edilen bu sıfatların pek azı hariç, kendilerinde hiçbiri yoktur. Bu grubun aldanması daha dehşetlidir. Çünkü bunlar nefislerini çok fazla beğenirler. Allah'ı sevdikleri için muhabbet ilminde derinleştiklerini zannederler, muhlis oldukları için ihlâsın inceliklerini tahkik etmeye güçlerinin yettiğini zannederler. Nefsin gizli ayıplarına, ancak o ayıplardan uzak oldukları için muttali olduklarını sanırlar. Eğer Allah'ın dergâhına yakın olmasalardı, yakınlık ve uzaklık mânâsını bilemeyecekleri kanaatini taşırlar. Allah yolunda menzillerin nasıl katedildiğini ve Allah'a nasıl gidildiğini, Allah'a olan manevî yakınlıklarından ötürü bildiklerini sanırlar. Miskin adam, bu zanlarla Allah'ın azabından emin olduğu halde kendisini Allah 'tan korkan kimselerden görür. Vaktini zâyi eden aldanmışlardan olduğu halde boş ümitlere kapılır.

Kaza ve kadere küsenlerden olduğu halde, kendisini kadere razı olanlardan görür. Sebeplere, mal ve mertebeye güvenenlerden olduğu halde, kendisini Allah'a tevekkül edenlerden sanar. Riyakârlardan olduğu halde kendisini muhlislerden görür. Oysa sadece ihlâsı vasıflandırır, hepsi o kadar! Riya'yı vasıflandırarak, zikreder ve bu zikretmesiyle riyakârlık yapar ki hakkında 'Eğer muhlis olmasaydı riyanın inceliklerine vakıf olamazdı!' denilsin!

Dünya hakkında kuvvetli bir rağbeti ve şiddetli bir hırsı olduğu halde dünya hakkındaki zühdü anlatır. Allah'tan kaçtığı halde, halkı Allah'a çağırır. Allah'ın azabından emin olduğu halde, başkasını Allah'ın azabından korkutur. Allah'ı unuttuğu halde, başkasına hatırlatır. Allah'tan uzak olduğu halde sözle yaklaşmak ister. Muhlis olmadığı halde, ihlasa teşvik eder. Kötü sıfatları tenkid eder, oysa kendisi onlarla sıfatlanmıştır. Başka kimseleri halkın ihtilâtından uzaklaştırmaya çalışır. Oysa kendisi halkla ihtilât etmeye şiddetle taraftardır. Eğer sözde Allah a davet ettiği meclisten menedilirse koskoca dünya kendisine dar gelir. Gayesinin halkın ıslahı olduğunu iddia eder. Oysa halk başkasına yönelip onun eliyle ıslah olurlarsa, üzüntü ve hasedinden patlar. Eğer huzuruna gelenlerden biri akranından birini överse, o öven onun gözünde Allah'ın en kötü kulu olur. İşte bunlar gurur bakımından insanların en uzağıdırlar. Çünkü güzel ahlâka başkalarını teşvik eden, kötü ahlâktan meneden, kötü ahlâkın tehlikelerini ve güzel ahlâkın da faydalarını bilen bir kimsedir. Fakat bilgisi kendisine fayda vermemiştir. Halkı dâvet etmenin sevgisi onu amel etmekten meşgul etmiştir. Bundan sonra kendisini ne ile tedavi edecektir? Korkması hangi yolla olacaktır? Oysa korkutan, onun Allah'ın kullarına okuduğu Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın kulları onunla korkarlar, fakat kendisi korkmaz!

Evet! Eğer nefsinin bu güzel sıfatlarla mevsuf olduğunu sanırsa, imtihan yoluna muttali olması mümkündür. Şöyle ki Allah'ın sevgisini iddia eder. O halde Allah için nefsinin sevdiklerini ona terkettiren nedir? Korktuğunu iddia eder. Kendisinden korkuyu meneden nedir? Zâhidlik iddia eder. Kudreti olmakla beraber Allah'ın rızası için zâhidliği ona terkettiren nedir? Allah'a ünsiyetinin olduğunu iddia eder. Acaba Allah ile başbaşa kalmak ne zaman onun hoşuna gitmiştir? Halkı görmekten ne zaman tevahhuş etmiştir? Hayır! Aksine müridleri etrafını çevirdikleri zaman keyiflendiğini, Allah ile başbaşa kaldığında sıkıldığını görürsün! Acaba sevgilisinden sıkılan bir âşık, sevgilisini bırakıp başkasına koşup onunla rahatlayan bir dost görebilir misin?

Akıl sahipleri, bu sıfatlarla nefislerini denerler ve nefislerinden hakikati isterler. Akıllılar zâhirde süslü görülen sıfatlarla değil, ancak Allah'tan gelen bir va'd ile ikna olurlar.

Mağrur kimseler, nefisleri hakkında güzel zanlarda bulunurlar. Oysa ahirette perdeler kalktığı zaman, rezil olurlar, ateşe atılırlar, barsakları delinir. Eşeğin değirmeni çevirdiği gibi onlar da o dökülen barsaklarının etrafında dönerler. Nitekim bu husus, haberde de vârid olmuştur. Çünkü onlar hayrı emrederler yapmazlar, şerri yasakladıkları halde yaparlar.20

Bu kimselere gurur, ancak şu bakımdan gelmiştir. Onlar kalplerinde bu mânâların esaslarından zayıf birşey görürler. O da Allah'ın sevgisi, Allah'tan korkmak, Allah'ın fiiline razı olmaktır! Bu mânâlardaki yüksek makamları vasıflandırmaya güçleri yeter. Dolayısıyla zannederler ki bunları vasıflandırmaya güçlerinin yetmesi, bu husustaki ilmin Allah tarafından kendilerine verilmesi ve konuşmalarıyla insanların faydalanması bu vasıfların kendilerinde bulunmasından ileri gelmiştir. Kabulün kelâm için, kelâmın da mârifet için, mârifetin de ilim için olduğunu unuturlar. Oysa bütün bunlar, sıfatla nitelenmenin dışında birşeydir. Bu bakımdan bu canbaz herhangi bir müslümandan sevgi ve korku sıfatıyla vasıflanmakta ayrılmaz. Aksine vasfa muktedir olmak hususunda ayrılır. Hatta bazen emin olması artar, korkusu da azalır. Halka meyletmesi belirir. Kalbinde Allah sevgisi cılızlaşır.

Onun misâli, ancak, hastalığını vasıflandıran, fesahat ve belâğatla o hastalığın devâsını, sıhhati ve şifayı anlatan bir hasta gibidir. Oysa o hastadan başka hastalar, sıhhat ve şifanın sebeplerini, derecelerini ve sınıflarını vasıflandırmaya muktedir değildir. Bu bakımdan ismi geçen hasta, diğer hastalardan hasta olmak bakımından değil, ancak vasıflandırma ve tıp ilmini bilme hususunda onlardan ayrılır. Bu bakımdan sıhhatin hakikatini bildiği halde, kendisinin sıhhatli olduğunu sanması katmerli cehalettir. Korku, sevgi, tevekkül, zühd ve diğer sıfatların ilmi de böylece hakîkatleriyle sıfatlanmadan başka bir şeydir. Hakikatlerin vasfını, hakikatlerle sıfatlanmak ile karıştıran kimse aldanmıştır. İşte konuşmalarında kusur olmayan, va'z ve nasihatları Kur'an ve Sünnet'e uygun olan Hasan Basrî ve benzeri âlimlerin va'zının hali de budur.

Onların diğer bir grubu daha vardır ki vaazda takip edilmesi gereken yoldan ayrılmışlardır. Bu zamanımızdaki vaazların hemen hepsi böyledir. Ancak -eğer varsa- memleketin bazı köşelerinde binde bir bulunan ve Allah tarafından korunan bir vaiz bu hükmün dışındadır. Biz böyle bir vaiz tanımıyoruz. Zamanımızdaki vâizler, tâmat (lâf u güzâf) ve şatahat (akıl ve şeriat dışı) kelimeleri düzmekle meşguldürler. Bunu yapmaktan gayeleri 'garib bir vaaz yaptı' dedirtmektir.

Diğer bir grup, nükteli sözler, derme çatma lâfızlarını secî ve birbirlerine bağlama hastası olmuşlardır. Secî, visal (kavuşma) ve firak (ayrılık) şiirleriyle delil getirmeye gayret sarfeder, bundan gayeleri; meclislerinde bağırmaların ve cezbeye tutulmanın -ve-levki fâsid bir gaye için de olsa- çoğalmasıdır. İşte bu tip vâizler, insanların şeytanlarıdırlar. Hem dalâlete gittiler, hem de dosdoğru yoldan halkı saptırdılar; zira daha önce bahsi geçen vaizler, nefislerini ıslah etmeseler dahi halkı ıslah ederlerdi. Konuşmalarını ve vaazlarını dosdoğru yaparlardı, Bu grup ise, halkı Allah yolundan menettiler. Reca kelimesiyle halkı Allah'a güvendirip gurura ittiler. Bu vâizlerin konuşmaları günaha halkın cesaretini daha da artırmaktadır. Dünyaya rağbet etmeye halkı daha fazla sürüklemektedir. Hele vâiz, elbiselerle, besili atlarla ve kıymetli merkeblerle süslenmiş olduğu halde vaaz ediyorsa durum daha da kötü olmaktadır. Çünkü böyle bir vâizin tepesinden tırnağına kadar görünüşü dünyaya şiddetle haris olduğuna şahidlik eder. Bu mağrurun ifsad edeceği ahlâk, ıslah edeceğinden pek fazladır. Hatta hiçbir zaman ıslah edemez. Birçok kimseyi dalâlete götürür. Bunun mağrur olduğu apaçıktır.

Vâizlerden diğer bir grup daha vardır. Zâhidlerin konuşmalarını, Dünya'nın Zemmi hakkında vârid olan hadîsleri ezberlemekle yetinmişlerdir. Onlar kelimeleri olduğu gibi hıfzederler, mânâlarını bilmeksizin savururlar! Onların bazıları bunu minberler üzerinde yaparlar, bazıları mihrablarda... Bazıları arkadaşlarıyla beraber pazarlarda, çarşılarda yaparlar. Bunların hepsi de kendilerini, halk tabakasından ve askerlerden bu kadarcık farkla, zâhid ve din ehlinin konuşmalarını ezberledikleri için refaha kavuşmuş, gayesine varmış, günahları affolunmuş, zâhir ve bâtın günahlardan korunmuş, Allah'ın azabından emin
olmuş zannederler. Bunların aldanması, bunlardan önce bahisleri geçen grupların aldanmasından daha açıktır.

Başka bir grup vakitlerini hadîs dinlemeye harcarlar. Hadîsten birçok rivayetleri derlemeye âlî ve garîb isnadları aramaya hasrederler. Bunların her birinin gayreti ve hedefi; memleketi gezmek, hadîs âlimlerini görmektir ki 'ben filan hadîs âliminden hadîs rivayet ediyorum' diyebilsin! 'Ben filan hadîs âlimini gördüm. Benim nezdimde başkasının yanında olmayan hadîs isnadları vardır' diyebilsin! Bu sınıfın gururu birçok yönden kaynaklanır: Bunlar kitapları taşıyan hamallar gibidirler. Onlar inayetlerini hadîsin mânâlarına sarfetmezler. Bu bakımdan ilimleri azdır. Beraberlerinde nakilcilikten başka birşey yoktur ve zannederler ki nakilcilik kendilerine kâfi gelir.

Yine onlar hadîslerin mânâlarını anlamadıkları için hadîsle amel etmezler. Bazı hadîslerin mânâsını anladıkları halde onunla da amel etmezler. Ayrıca onlar farz-ı ayn olan kalp mârifetini terkederler. Hadîs senedlerinin çoğaltılmasıyla, o senedlerin âli olanlarını aramak ile meşgul olurlar. Oysa bunların hiçbirine muhtaç değildirler.

O yönlerden diğer biri de şudur ki zamanımızın insanları ona üşüşmektedirler: Onlar hadîsi dinlemek şartını da yerine getirmezler; zira sadece hadîs dinlemek, her ne kadar onun için fayda temin etmezse de dinlemek, haddi zatında hadîsin ispatına götürdüğü veya ispattan sonra mânâyı anlamaya ulaştırdığı için mühimdir. Amel de anlamaktan sonra olur. Bu bakımdan birinci basamak dinlemektir. Sonra anlamak, sonra hıfzetmek, sonra amel etmek, sonra neşretmektir. Oysa bu kimseler bütün bunlardan sadece dinlemekle yetinmektedirler. Sonra dinlemenin de hakîkatini terketmişlerdir; zira sen çocuğu, hadîs âliminin huzurunda hadîs dinlerken görürsün. İhtiyar muhaddis uyuklar, çocuk da oynar. Sonra çocuğun ismi 'dinleyenler' defterine kaydedilir. Sonra çocuk büyüdüğü zaman hadîs kendisinden dinlenilsin diye ortaya atılır. Hadîs meclisinde hazır bulunan bâliğ ve âkîl bir kimse ise, çoğu zaman dinlemez, kulak vermez ve hadîsi zaptetmez. Bazen de bir hadîsin veya başka bir şeyin yazımı ile meşgul olur. Hadîs âlimi ise durmadan hadîs okur. O kişi hadîsi bozsa, hadîs âlimi ondan haberdar olmaz ve bilmez. İşte bütün bunlar cehalet ve aldanıştır; zira hadîste esas, Hz. Peygamber'den dinlemek ve dinlediği gibi hıfzetmektir. Hıfzettiği gibi de rivayet etmektir. Bu bakımdan rivayet hıfzdan, hıfz da dinlemekten sonra gelir. Eğer Hz. Peygamber'den dinlemekten aciz isen sahabeden ve tâbiînden dinlemelisin. Senin râvîden hadîs dinlemen, Hz. Peygamber'den dinlemen gibi olur. Bu da dinlemek için kulak vermen demektir. Ezberlemeli ve hıfzettiğin gibi rivayet etmelisin. Dinlediğin gibi de ezberlemelisin. Bir harfi bile değiştirmemelisin. Eğer başkası bir harf bile değiştirse veya yanlışlık yapsa onun yanlışını derhal farketmelisin.

Hadîsi hıfzetmen için iki yol vardır: Birincisi; hallerin mecralarında kulağına geleni hıfzettiğin gibi kalp ile hıfzetmen; zikretmekle ve tekrarlamakla devam ettirmendir.

İkincisi, dinlediğin gibi yazmandır. Yazdıklarını tashih edip ezberlemelisin ki başkasının bozmasına imkân kalmasın. Kitap senin ezberinde ve kütüphanende olmalıdır; zira kitap başkasının eline geçtiği zaman bazen bozulması mümkün olur. Onu ezberlemediğin takdirde onun bozulmasını farkedemezsin. Bu bakımdan hadîs senin kalbinle ezberlenmiş ve senin kitabınla da korunmuş olur. Senin kitabın dinlediklerini sana hatırlatmış olur. Bu hadîs hakkında artık tağyir ve tahriften emin olursun. Hadîsi ne kalp, ne de kitapla hıfzetmediğin takdirde, kulağına gaflet verici bir ses geldikten ve sen de meclisten ayrıldıktan sonra hadîsi okuyan o hadîs âliminin bir nüshasını görürsen ve o nüshadaki hadîsin tağyir edilmesi sence mümkün ise veya dinlediğin nüshadan bir harf ayrılıyorsa, bu takdirde sana 'Bu kitabı dinledim' demen caiz değildir; zira sen o kitaptakini dinlememiş olabilirsin. Bu bakımdan ezberlememişsen ve güvendiğin sahih bir nüsha elinde yoksa -ki okuduğunu onunla karşılaştırasın- o zaman bunu dinlediğini nereden bileceksin? Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardına düşme! (İsra/36)

Bu zamandaki hadîs şeyhlerinin 'Biz bu kitaptakini dinledik!' sözleri -eğer bizim söylediğimiz şart mevcut değil ise- katıksız bir yalandır. Hadîs dinlemenin en basit şartları; hadîste yapılan bozulmayı sezecek şekilde bir tür ezberleme ile beraber bütün hadîsi kulağıyla dinlemektir. Eğer çocuğun, gafilin ve uykuda olanın duyduklarını, onlardan alıp yazmak caiz olsaydı delinin, beşikteki çocuğun dinlediğini yazmak da caiz olurdu. Sonra beşikteki çocuk bâliğ olduğu, deli de iyileştiği zaman, daha önce dinlediklerine binaen hadîsleri dinlenirdi. Oysa bunun caiz olmadığında şüphe yoktur. Eğer böyle bir kimsenin hadîsini dinlemek caiz ise, anne rahmindeki ceninin hadîsini yazmak da caiz olur, beşikteki çocuğun anlamadığı ve hadîsi ezberlemediği için dinlediği hadîs yazılmıyorsa oynayan, dalgın olan, duyduğu hadîsi anlayamayan ve ezberleyemeyen kimsenin hadîsi de yazılmaz. Eğer câhilin biri 'beşikteki çocuğun duyduğu hadîs yazılır!' derse, bu cahil, anne rahmindeki ceninin duyduğu hadîsi de yazsın!

Eğer 'anne rahmindeki cenin sesi işitmez, beşikteki çocuk ise işitir' diye aralarında bir fark görürse, bu fark fayda vermez. Çünkü sesi değil de hadîsi naklediyor. Bu bakımdan o çocuk erginleştiği zaman 'Ben çocukluğumda hadîs rivayet edilen bir mecliste bulunmuşum. Benim kulağıma hadîsin sesi gelmiştir. Fakat ne olduğunu bilmiyorum' derse, bu şekildeki bir rivayetin sahih olmadığında şüphe yoktur ve buna birşey katmak da katıksız yalandır. Eğer Arapça bilmeyen bir Türk'ün, mânâsız bir ses işittiğinden dolayı hadîs dinlediğini kabul etmek caiz olsaydı, o vakit beşikteki çocuğun hadîs dinlemesinin ispatı da caiz olurdu. Böyle bir iddia ise katmerli cehalettir. Bu nereden alınıyor? Acaba hadîs dinlemenin şu hadîs-i şeriften başka istinad ettiği bir delil var mıdır?

Allah Teâlâ benim sözümü dinleyip ezberleyen ve ezberlediği gibi de başkasına nakleden kimseyi sevindirsin.21

Acaba dinlediğinin mânâsını bilmeyen bir kimse nasıl dinlediğini dinlediği gibi başkasına nakledebilir? Bu tür gurur, gurur çeşitlerinin en fâhişidir. Bu, günün insanları bu gurura müptelâ olmuştur. Eğer zamanımızın insanları dikkat ederlerse, çocukluğunda hadîs dinleyenlerden başka hadîs âlimi göremezler. Ancak muhaddislerin bu hususta sosyal mevkileri ve makbuliyetleri olduğundan, miskinler bu şartları onların ileri sürmelerinden
korkuyorlar. Dolayısıyla ders halkalarında hazır bulunanların azalmasından, ve sosyal mevkilerinin düşmesinden korkuyorlar! Bu şartlar kabul edilirse dinlemiş oldukları hadîslerin de azalmasından korkuyorlar! Hatta o muhaddisler bu şartlar ileri sürüldüğü takdirde çoğu zaman şarttan mahrum kalacak ve rezil olacaklardır. Bunun için onlar şöyle bir şart koydular: Hadîsi nakledenin kulağına sadece bir gürültünün gelmesi yeterlidir. İsterse duyduğunun ne olduğunu anlamasın!

Hadîs dinlemenin sıhhatli olup olmaması muhaddislerin sözlerinden anlaşılmaz. Çünkü bu husus onların ilmine dahil değildir. Aksine bu husus, fıkıh usulünü bilen âlimlerin ilmine dahildir. Bizim söylediğimiz ise, usûl-i fıkıh kanunlarında kesin bir hükümdür. İşte bu kimselerin gururudur bu! Eğer onlar tam şartına riayet ederek hadîs dinlemiş olsaydılar bile, yine de sadece nakille iktifa ettiklerinden, rivayet ve isnadların derlenmesi hususunda ömürlerini çürütüp, dinin mühim meselelerinden yüz çevirdiklerinden ve hadîslerin -mânâlarının mârifetine vâkıf olmadıklarından ötürü mağrurdurlar. Onların yaptıkları hiçbir şey ifade etmez, hadîsten ahiret yolunda gitmek kastedilir. Bazen kişiye hayatı boyunca bir hadîs kâfi gelir. Nitekim hadîs şeyhlerinin biri bir mecliste ilk rivayet edilen hadîsin Hz. Peygamber'in şu hadîsi olduğunu rivayet ediyor:

'Kişinin kendisini ilgilendirmeyeni terketmesi İslâmının güzelliğindendir'. Bunun üzerine oradakilerden biri kalktı ve dedi ki: 'Bu hadîs bana kâfidir. Onu hazmedeyim de sonra başkasını dinleyeyim'. İşte gururdan sakınan akıl sahiplerinin hadîs dinlemesi böyle idi.

Başka bir grup vardır; nahiv, lûgat, şiir, lügatin garib maddelerinin ilmi ile meşguldürler. Bununla mağrur olmuşlardır. Allah'ın kendilerini affettiğini ve dinin ayakta Kitab ve Sünnet'le, Kitab ve Sünnet'in de lûgat ve nahiv ilmiyle ayakta durduğunu zannederler. Kendilerini de ümmetin âlimlerinden sanırlar. Bu kimseler hayatlarını nahvin incelikleriyle, şiirle, lûgatin gariblerini araştırmakla geçirdiler. Bunların misâli, bütün hayatını yazıyı öğrenmek, harfleri tashih etmek ve güzelleştirmekle geçiren bir kimsenin misali gibidir. Bu kimseler, ilimlerin ancak yazma ile ezberlenmesinin mümkün olduğunu idda ederler ve dolayısıyla yazıyı öğrenmek ve tashih etmek gerekir derler. Eğer bu kimse düşünse bilir ki yazının esasını öğrenmek kâfidir. İster güzel olsun, ister olmasın okunması mümkün bir vaziyette öğrenmesi yeterlidir. Bundan fazlası yeterli miktardan fazla olanıdır. Edîb bir kimse de böyledir. Eğer düşünürse anlar ki Arap dili de Türk dili gibidir, Arap dilini öğrenmek için ömrünü zâyi eden, tıpkı Türk ve Hind dillerini öğrenmek için ömrünü zâyi eden bir kimse gibidir. Arap dili ancak Allah'ın şeriatı onunla nazil olduğu için diğer dillerden ayrılır (ve ehemmiyet kazanır). Bu bakımdan Arap dilinden, hadîslerin ve Kur'an'ın garib kelimelerinin çözülebilecek kadarı kâfidir. Nahiv ilminden Hadîs ve Kitabla ilgili miktar kâfidir. Sonsuz derecelere kadar nahivde derinleşmek ise fuzulî bir uğraştır. Sonra eğer kişi bu ilimle iktifa edip şeriatın mânâlarının marifetinden ve şeriatle amel etmekten yüz çevirirse, bu kişi mağrurdur. Hatta bu kişinin misâli, Kur'an'daki harflerin mahreçlerini tasrih etmek hususunda ömrünü zâyi ederek sadece bununla iktifa etmiş bir kimsenin misâli gibidir; zira harflerden gaye mânalardır. Harfler, ancak zarflar ve edatlardır. Safra denilen hastalığı bertaraf etmek için 'sekencebin' denilen maddeyi içmeye muhtaç olan bir kimse bütün vakitlerini sekencebin içmekte kullanılan kadehin yapılmasına sarfederse, aldanmış cahillerdendir. Nahiv, lûgat, edeb, kırâat, meharic-i hurufatı tedkik etme gururu da böyledir. Bunlarda ne kadar derinleşirse, bunlar için herşeyi bırakıp ne kadar meşgul olursa, farz-ı ayn olan ilimlerden fazla bunların üzerine düşerse, yaptığı gururdur. En üstün olan şey öz ameldir. Onun üstündeki şey amelin mârifetidir.

Bu, ibâdet etmek için önce kabul etmek gibidir. Amelin üstündeki şeye nisbeten öz gibidir. Onun üstünde olan şey, lâfızları dinlemek ve rivayet yoluyla hıfzetmektir. Bu da mârifete nisbet etmek yoluyla kabuktur. Üstündekine nisbeten özdür. Bunun üstündeki ise lûgat ve nahvi bilmektir. Bunun üstündeki en üst kabuktur. Bunun üstündeki en üst kabuk, harflerin mahreçlerini bilmektir. Bütün bu derecelerle kanaat edenler aldanmışlardır. Ancak bu dereceleri konak edinen, bu derecelere ancak ihtiyacı kadar yükselen ve her birini geçip ötesine giderek amelin özüne varan kimse amelin hakîkatiyle kalbini ve azalarını sorumlu tutar. Hayatını, amellerinin tashihine, riya ve âfetlerden kurtulmaya sarfeder. İşte şer'î ilimlerden olan ve hizmeti yapılması gereken hedef budur. Diğer ilimler ise, bunun hizmetkârı, vesileleri, kabukları ve buna nisbeten konaklardır. Kim maksada ermemiş ise o mahrum olur. İster yakın konakta bulunsun, ister uzak konakta olsun farketmez. Bu ilimler, şer'î ilimlerle ilgili olduklarından ötürü, bu ilimlerin sahipleri bunlarla aldandı. Tıp, hesap, sanatlar ve şer'î ilimlerden olmadığı bilinen ilimlere gelince, bunların sahipleri, bunlar vasıtasıyla ve sadece ilim olduklarından ötürü mağfirete nâil olacaklarına inanmazlar. Bu bakımdan bu ilimlerle gurura kapılmak, şer'î ilimlerle gurura kapılmaktan daha azdır. Çünkü şer'î ilimler, güzellikte şeriatla ortaktırlar. Nitekim kabulün, güzel olmak hususunda öze ortak olduğu gibi... Fakat buradaki esas güzel ve son varılacak noktadır. Diğeri ise en yüce maksuda vardırdığı için güzeldir. Bu bakımdan kim kabuğu maksud edinirse ve onun üzerine çıkarsa onunla aldanmıştır.

Başka bir grubun da fıkıh ilmiyle gururları büyümüştür. Kul ile Allah arasındaki hükmün, mahkeme huzurundaki hükme tâbi olduğunu zannederler ve bu bakımdan hakların defedilmesi hususunda çeşitli hileler düzerler. Mübhem lâfızların tevillerini kötü yaptılar.

Zâhirlerle aldandılar ve yanıldılar. Bu hareket, fetvada yanılmak ve gurura kapılmak türündendir. Fetvada yanılmak, çok vâki olan bir hâdisedir. Fakat bu, sadece akıl sahipleri hariç herkesi kapsamaktadır. Bu bakımdan biz bu hususa birkaç misalle işaret edelim: Onların 'Kadın mehrinden kocasını affettiği zaman, kocası kendisi ile Allah arasında da o mehirden affolunur' fetvaları da bu türdendir. Bu kesinlikle yanlıştır. Koca, bazen hanımına tazyik yapar. Kötü ahlâkıyla onu bunaltır. O da bu baskıdan kurtulmak için mecburen yol arar. Kocasını, bu ahlâksızlığından kur-tulmak için affeder. Bu gönülden yapılan bir af değildir.

Nikâh ettiğiniz kadınların mehirlerini seve seve verin! Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarlarsa onu âfiyetle yeyin!(Nisa/4)

Görünüşte seve seve vermesi, kalbin seve seve vermesinden farklıdır. İnsan bazen nefsinin sevmediğini kalbiyle ister. İnsan kalbiyle kan aldırmayı ister. Fakat nefsi bundan tiksinir. Nefsin seve seve bağışlaması, karşılıklı bir zaruretten değil de kendiliğinden bağışlamaya müsamaha göstermesidir. Hatta nefis, iki zararın arasında bulunduğu zaman en kolayını seçerse bu, hakikatte bâtını icbar etmekle bir müsaderedir.

Evet! Dünyadaki kadı, kalplere ve gayelere muttali olamaz. O zâhirî duruma bakar. Oysa kadın zâhir bir sebeple mehrini hibe etmeyi kerih görmez. Kalbin ikrahına ise, insanlar muttali olamaz. Fakat ne zaman ki ahkem'ul-hâkimîn kıyamet günü hükmetmek için hazırlanırsa, bu dünyadaki hüküm ne hesaba katılır, ne de kadının mehrini bağışlaması fayda verir. Bunun için herhangi bir insanın malını almak, ancak o insanın rızasıyla helâl olur. Eğer bir cemaatte birinden mal istenirse, o da halktan utandığı için, dedikodudan çekindiği için vermek zorunda kalırsa -eğer tenhada istenseydi vermezdi- ve mal vermenin zorluğunu, ayıplanmaya tercih ederek istenen malı verirse bu yolda alman mal ile müsadere edilen mal arasında fark yoktur. Çünkü müsaderenin mânâsı; kamçı ile döverek almaktır ki bunun acısı, mal vermekten gelen kalp acısından daha fazla olduğu için nefis en hafif elemi seçer.

Utanılacak bir yerde birinden mal istemek, bedene olmasa bile kalbe kamçı vurmaktır. Allah katında zâhir ve bâtın kamçılamanın arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü bâtın, Allah katında zâhirdir. Dünya hâkimi ancak kişinin 'Hibe ettim' sözünün zâhirine bakar, hibe edilenin mülkü olduğuna hükmeder. Çünkü dünya hâkiminin kalptekine muttali olması mümkün değildir. Dilinin şerrinden korunmak için veren bir kimse veya zâlimlere ihbar etmesinden korktuğa için veren bir kimsenin verdiği de alan kimseye haramdır. Bu yönden alınan her mal haramdır.

Hz. Dâvud'un kıssasında vârid olana bakmaz mısın? Nitekim Hz. Dâvud (a.s) affedildikten sonra şöyle demiştir: 'Ya rabbî! Ben hasmımı nasıl râzı ederim?' Bunun üzerine Allah Teâlâ ona helâllik dilemesini emretti. Oysa hasımı ölmüş bulunuyordu. Bunun üzerine Kudüs'ün muallâk taşından onu çağırması emredildi ve Dâvud (a.s) dedi ki:

-Ey Urya!

-Buyur! Beni cennetten çıkardın. Benden ne istiyorsun?

-Sana bir işte kötülük yaptım. Onu bana bağışla!

-Dediğin gibi yaptım!

Hz. Dâvud da bundan mutmain oldu. Bunun üzerine Cebrail Hz. Dâvud'a 'Sen Urya'ya yaptığını açıkladın mı?' dedi. Dâvud (a.s) 'Hayır!' dedi. Cebrail 'O halde dön ve ona yaptığını açıkla!' dedi. Bunun üzerine Dâvud (a.s) dönüp yine Urya'ya seslendi.
-Buyur, ey Allah'ın Rasülü!

-Sana karşı zelle işledim.

-Ben sana onu bağışlamadım mı?

-Niçin o günahın ne olduğunu sormuyorsun?

-O günah nedir?

-Şöyle şöyle idi!

Böylece kadınla olan macerayı zikretti ve bunun üzerine Urya'nın sesi kesildi.
-Ey Urya! Bana cevap vermeyecek misin?

-Peygamberler böyle yapmadı. Seninle Allah'ın huzuruna varıncaya kadar bu meseleyi erteledim.

Bunun üzerine Dâvud (a.s) ağladı ve dövündü. Ta ki Allah Teâlâ, ahiret'te Urya'nın kendisini affetmeyi talep edeceğini Dâvud'a va'd edinceye kadar bu durum devam etti.22

İşte bu kıssadan sana anlaşılıyor ki kalbin isteği olmayan hibe fayda vermez. Kalbin isteği de ancak mârifetle hâsıl olur. Böylece kalbin isteği, ibrası, hibe ve benzeri muamelelerde ancak insan tercihinde serbest kaldığı zaman tahakkuk eder ki istekler onun nefsinden gelsin! Onu hilelerle ilzam etmek suretiyle isteklerini harekete geçirmek makbul değildir. Zekâtı düşürmek için kişinin zekât senesinin sonunda malını zevcesine hibe etmesi, zevcesinin de malı kendisine hibe ettirmesi bu kabildendir. Fâkih der ki: 'Bu hile-i şeriyye ile zekât iskat olmuştur'.23

Eğer fâkihin bu sözünden gayesi, 'Artık sultan böyle bir kimseden zekât isteyemez. Zekât memuru bu durumda zekâtı alamaz' ise doğru söylemiştir. Çünkü sultanın ve zekât toplayıcıların baktıkları nokta mülkün zâhiridir. Mülkün zâhiri de ortadan kalkmıştır. Eğer fâkih 'Bu zekâtın sahibi kıyamette kurtulacaktır ve malı olmayan bir kimse gibi veya zekâtı düşürmek maksadıyla değil de ihtiyacını gidermek maksadıyla malını satan bir kimse gibi olacaktır' zannına kapılırsa, dinin hikmetini ve zekâtın sırrını bilmek hususunda pek büyük bir cehalete sahiptir; zira zekâtın sırrı, kalbi cimrilik rezaletinden temizlemektir. Çünkü cimrilik helâk edicidir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Üç şey vardır helâk ederler; İtaat edilen cimrilik, ar-kasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin nefsini beğenmesi!

Cimriliğine ancak yaptığından dolayı itaat olunmuştur. Yaptığını yapmadan önce cimriliğinin itaati yapılmamıştır. Bu bakımdan bu kimsenin helâk olması, kurtulmasına vesile olacağını zannettiği birşey ile tamam oldu. Çünkü Allah Teâlâ onun kalbine muttalidir. Onun mal sevgisini, mala karşı olan hırsını bilmektedir. Mal hırsından dolayı öyle bir mertebeye varmıştır ki hileleri ihmal edebilir ve böylece cehalet ve gururla cimrilikten kurtuluş yolunu nefsi için kapatmış olur!

Mesâlih-i âmme'ye (sosyal hizmetlere) tahsis edilen ihtiyacı kadar fakihe ve başkasına Allah Teâlâ'nın mübah kılması da bu kabildendir. Mağrur olan fakihler, nefsin istekleri, fuzuli şeyler, şehvetler ve zarurî ihtiyaçlar arasında ayırım yapmazlar. Hatta oburluklarının tamamlayıcısı olan herşeyi ihtiyaç olarak görürler. Oysa bu görüş katıksız aldanıştır. Dünya, kulların ibâdet ve ahiret yolculuğundaki ihtiyaçları için yaratılmıştır. Bu bakımdan kulun dinine ve ibâdetine yardım eden herşey kulun ihtiyacı sayılır, ondan başkası ise kulun fuzulî isteği ve şehvetidir. Eğer biz bu gibi meselelerde fakihlerin aldanışlarını anlatmaya devam edersek, ciltler dolusu kitaplar yazmamız gerekir. Bundan gaye bu husustaki bütün misalleri zikretmek değil, cinsleri tanıtan birkaç misale dikkati çekmektir; zira bütün misalleri zikretmek oldukça uzar.
______________
6)Kitab 'ul-İlim'de geçmişti.
7)Daha önce geçmişti.
8)Kitab'ul-İlim'de geçmişti.
9)Daha önce geçmişti
10) Daha önce geçmişti
11)Daha önce geçmişti.
12)Daha önce geçmişti.
13)Daha önce geçmişti.
14)Daha önce geçmişti
15) İstihâze: Kadından -hayızda üç günden az ve on günden fazla- gelen ve nifasta kırk günü aşan kandır. (Nûr'ul-İzah)
16) Bu tâbirler, cedelî tabirlerdir. İzahı cedel ilmi diye bilinen münâzara ilmi'nde geçer.
17) İmam Ahmed, Tahavî, İbn Ebî Asım, Ruyanî, (Bureyde'den); 'Bu ümme-tin en hayırlısı benim peygamber olarak gönderildiğim nesildir. Sonra on-ları tâkip eden ve arkalarından gelen nesildir', İbn Ebî Şeybe, Amr b. Şurahbil'den 'Sonra onları takip eden, sonra onları takip eden, sonra onları takip edenler' şeklinde rivayet etmiştir. İmam Ahmed, Buhârî, Müslim, Müzeni ve İbn Mâce de aynı şekilde rivayet etmişlerdir.
18)Kitab'ul'İlim' de geçmişti.
19)Daha önce geçmişti
20) İmam Ahmed, Buharî ve Müslim, (Usâme b. Zeyd'den)
21) Sünen sahipleri ve İbn Hibban, (Zeyd b. Sâbit'ten)
22)Hakîm-i Tirmizî, Nevadir; İbn Ebî Hâkim, (Enes'ten zayıf bir senedle)
23)Ticaret zekâtının şartlarından biri de bir sene o malın sahibinin elinde
bulunmasıdır. Eğer senenin sonunda başkasına hibe ederse o maldan zekât
verme mükellefiyeti kalkar. Ancak mal yeni sahibinin elinde bir sene
kaldıktan sonra, zekâtı ikinci sahibi tarafından verilir. İmam Gazâlî böylebir hile ile zekâtın düşmesini sağlamanın haram olduğunu, sahibinin ise kıyamette zekât vermemenin cezasını çekeceğini söylemektedir.