4.Özet Olarak Ucb'un Çaresi

Her hastalığın ilacı, o hastalığın sebebine zıddıyla karşı çıkmaktır. Ucub hastalığı katıksız cehalettir. Bu bakımdan onun ilacı, sadece o cehalete zıd düşen mârifettir. İbâdet etmek, sadaka vermek, gazaya gitmek, halkı idare edip ıslaha çalışmak gibi kulun ihtiyarı dahiline giren bir fiilden meydana gelen ucub, kulun ihtiyarı dahiline girmeyen ve kulun nefsinden görmediği güzellik, kuvvet, neseb gibi şeylerden gelen ucubdan daha fazladır. Bu bakımdan deriz ki; takva, ibâdet ve kişiyi ucuba sevkeden amel ile kişi ancak bunların kendisinden olduğu düşüncesiyle ucb'a kapılır. Çünkü bu amelin merkez ve mecrası kişidir veya kişiden olup, onun sebebiyle meydana geldiği, kudret ve kuvvetiyle olması bakımından onunla ucb'a kapılır. Eğer o amelin kendisinden olduğu, kendisi onun merkez ve mecrası bulunduğu, o amel kendisinden câri olduğu gibi başkası tarafından da kendisine tatbik edildiği halde ucb'a kapılırsa, bu katıksız bir cehalettir. Çünkü fiilin merkezi olanın, fiili icad ve oluşturmakta herhangi bir müdahelesi yoktur. Kendisi sadece o fiilin icrası için tatbikat yeridir. Bu bakımdan kendisine ait olmayan bir şeyle nasıl ucb'a kapılır? Eğer o fiilin kendisinden olduğunu ve kendisine döndüğünü, ihtiyarıyla oluştuğunu ve kudretiyle tamamlandığını hesaba katarak ucb'a kapılırsa, bu takdirde gücünü, iradesini, azalarını ve amelinin tamamlanmasına vesile olan diğer sebepleri düşünmelidir. Acaba bunlar nereden kendisine gelmiştir? Eğer bütün bunlar Allah tarafından kendisine bir nimet olarak verilmiş ise ve bu nimeti gerektiren bir hakkı da yoksa, bu nimetlere kendisini vardıracak bir vesilesi mevcut değil ise -ki muhakkak böyledir- bu takdirde Allah'ın cömertliğine, kerem ve faziletine hayret etmelidir; zira Allah, müstehak olmadığı nimeti kendisine vermiştir. Kendisinin bir hakkı bulunmadığı halde kendisini başkasına, bu hususta tercih etmiştir. Bu bakımdan sultan, ne zaman hizmetkârlarına görünür, onlara bakar, onların birine hediyeler verirse ve bu verdiği hediyelerde verilenin herhangi bir sıfatından, güzelliğinden ve hizmetinden değil ise, sultanın lütûf olarak, hakkı olmadığı halde kendisini başka hizmetkârlarına tercih edişinden dolayı ucb'a kapılması mümkündür. Fakat bu kimsenin ucb'u 'Bu nerden geliyor ve sebebi nedir?' düşüncesinden kaynaklanır. Böyle bir kimse, nefsine aldanarak ucb'a kapılmamalıdır. Evet; kulun, ucb'a kapılıp şöyle demesi mümkündür: 'Sultan âdil bir hâkimdir. Zulmetmez! Yaptıklarını -sebep olmadıkça- ne vaktinden önce, ne de vakti geçtikten sonra yapmaz! Eğer sultan bendeki bâtın sıfatlardan birini sezmeseydi hediyesiyle beni diğer arkadaşlarıma tercih etmez ve o hediyeyi sadece bana tahsis etmezdi'.

Bu bakımdan ona denilir ki; o sıfat da (hediye ile seni tercih etmeye vesile olan sıfat da) sultanın hediyesi ve atiyesidir. Öyle bir hediye ki senin hiçbir dahlin olmaksızın sultan onu sana kendiliğinden tahsis etmiştir veya o hediye başkasının hediyesidir. Başkasının hediyesi de eğer sultanın hediyesinden ise, onunla da ucb'a kapılmamalısın! Bu, tıpkı sultanın sana bir at verdiğinde ucb'a kapılmayıp, ondan sonra bir hizmetçi verdiği için ucb'a kapılman ve 'Ben at sahibiyim de hizmetkârı bana verdi. Başkasının ise atı yoktur ki ona hizmetkâr versin' demen gibidir. Bu takdirde denilir ki; 'Sana atı veren de odur. Bu bakımdan at ile hizmetkârı birden vermekle, birini diğerinden sonra vermek arasında hiçbir fark yoktur. Madem ki hepsi ondandır, senin nefsin değil de onun cömertliği ve fazileti seni ucb'a sürüklemelidir!'

Eğer o sıfat sultandan başkasından olsaydı, o sıfatla ucb'a kapılması uzak bir ihtimal değildi! Böyle birşey dünya sultanları hakkında düşünülebilir. Fakat sultanların sultanı, kahhâr, cebbâr, bütün kâinatı yoktan var eden, sıfatı da sıfat sahibini de, bir program ve proje olmaksızın yaratan hakkında bu düşünülemez; zira sen ibâdetinle ucb'a kapılır, 'Ben O'nu sevdiğim için beni ibâdete muvaffak etti' dersen, sana (cevap olarak) şöyle denir: 'Senin kalbinde sevgiyi yaratan kimdir?' Muhakkak sen 'O'dur!' diyeceksin. Bu takdirde sana denilir ki; 'Sevgi ile ibâdetin değeri O'nun katından gelen nimetlerdir. O nimetleri senin bir hakkın olmadığı halde sana vermiştir'. Bu bakımdan ucb'a kapılmak O'nun cömertliğiyle olur; zira o senin varlığını, sıfatlarının varlığını, amellerinin varlığını ve sebeplerini sana ihsan etmiştir. Durum bu iken âbidin ibâdetiyle, âlimin ilmiyle, güzelin güzelliğiyle, zenginin zenginliğiyle ucb'a kapılmasının hiçbir mânâsı yoktur. Çünkü bütün bunlar Allah'ın faziletindendir. Ancak kişi, Allah'ın faziletinin ve cömertliğinin feyezan ettiği merkezdir. Merkez de onun fazilet ve cömertliğindendir.

İtiraz: Amellerimi bilmemem mümkün değildir. Çünkü onları yapan benim! Onlardan ötürü sevap bekleyen benim! Eğer onlar benim amelim olmasaydı ben sevap bekler miydim? Eğer ameller, yoktan var etmek yoluyla Allah'ın mahlûkları olsa artık benim için sevap nerede kalır? Eğer ameller benden ise, benim kuvvet ve kudretimle olmuşsa, ben onlardan ötürü nasıl ucb'a kapılmayayım?

Cevap: Buna iki şekilde cevap verilir: Birincisi apaçık bir haktır. Diğerinde ise bir tür müsamaha vardır. Apaçık hakka gelince, sen, senin kudretin, iraden, hareketin ve bütün bunlar Allah'ın yarattıklarından ve yoktan var ettiklerindendir. Sen yaptığın zaman, yapmadın, ancak (O'nun yardımıyla yapmış oldun). Namaz kıldığın zaman sen kılmadın, (ancak O'nun yardımıyla kıldın).

Attığın zaman sen atmadın. Allah attı. (Enfâl/17) İşte kalp sahiplerine keşfolunan hakîkat budur.

Bu, gözün görmesinden daha açık bir şekilde müşâhede edilir. Seni, âzalarını, o âzalardaki kuvvet, kudret ve sıhhati Allah yarattı. Senin için akıl ve ilmi O yarattı. Senin için iradeyi O yarattı. Eğer sen bunlardan herhangi bir şeyi nefsinden yok etmek istersen buna gücün yetmez. Sonra âzalarında hareketleri yarattı. Yaratmak hususunda O'nunla beraber senin cihetinden gelen bir ortaklık olmaksızın bunları yaratmaya başladı. Bunları tertib üzere yarattı. Azada kuvveti ve kalpte iradeyi yaratmadan önce hareketi yaratmadı. Maksat ve murada taallûk eden ilmi yaratmadan önce iradeyi yaratmadı. Bu nedenle O'nun yaratmadaki tedricî prensibidir ki sana 'amelini var etmişsin' hayalini verir. Halbuki sen burada yanılmaktasın. Bunun izahı ve Allah'ın yarattığı amelden dolayı sevabın keyfiyetinin takriri Şükür Kitab'ında gelecektir. Çünkü orası bunun izahına daha uygundur.
Biz şimdilik senin müşkilatmı içinde bir tür müsamaha bulunan cevapla halletmeye çalışalım: Sanırsın ki amelin senin kudretinle var olmuştur(!) Senin kudretin neredendir?

Halbuki amel ancak senin varlığınla tasavvur edilebilir. Amelin, iraden, kudretin ve amel için diğer sebeplerin varlığı düşünüldükten sonra, amel düşünülebilir. Bütün bunlar senden değil, Allah'tandır. Eğer amel kudretle ise, kudret onun anahtarıdır. Bu anahtar da Allah'ın elindedir. Allah sana anahtarı vermedikçe, amel yapmak gücün dahilinde değildir. İbadetler hazinelerdir. Onlara saadetlerle varılır. Onların anahtarları kudret, irade ve ilimdir. Bütün bunlar şeksiz ve şüphesiz Allah'ın kudret elindedir.

Acaba bütün dünya hazinelerini bir kale içinde görsen, o kalenin anahtarı da öyle bir hazinedarın elindedir ki eğer o kalenin kapısında bin sene oturup duvarlarının etrafında bin sene gezsen onun bir dinarına bakma imkânını dahi sana vermez. Eğer sana anahtarı verirse, kolaylıkla elini uzatıp alırsın. O hazinedar sana anahtarları verdiği, o kaleye seni girdirip açma imkânlarını sana verdiği zaman, sen de elini uzatıp onu alırsan senin ucb'a kapılman hazinedarın anahtarları sana vermesiyle mi veya elini uzatıp anahtarları almanla mı olacaktır? Sen bunun hazinedardan bir nimet olduğundan şüphe etmezsin. Zira elin hareketiyle malı almak, az bir külfettir. Düğüm, ancak anahtarların teslimiyle çözülür. Aynen böyle kudret halkedildiği, kesin irade musallat kılındığı, yapmaya teşvik edici şeyler harekete geçtiği, engeller senden uzaklaştırıldığı zaman amel sana kolay gelir. Amelin teşvikçilerini harekete geçirmek, engelleri ortadan kaldırmak, sebepleri meydana getirmek, bütün bunlar Allah'tandır. Bunların hiç biri senden değildir. Bundan dolayı bütün işleri elinde tutan Allah'ın kuvvet ve kudretinden hayret etmeyip kendi nefsinin cılız kuvvetiyle hayrete kapılman anormalliktir. Sen Allah Teâlâ'nın seni fâsık kullarına, bir lütfu ve keremi olarak tercih ettiğine, o fâsıklara, fesada davet edici fikirleri musallat kılıp o fikirleri senden uzaklaştırdığına, fâsıklara şehvet ve lezzetlerin sebeplerini elde etme imkânını verip, bunları yararına olsun diye senden uzaklaştırdığına, onlardan hayra çağıran sebepleri uzaklaştırıp hayrı işlemeyi sana, şerri işlemeyi de onlara kolaylaştıran ve hayrın teşvikçilerini sana musallat kılan Allah olduğu halde ve bütün bunları da senin bir hakkın olmadığı halde sana ikram eden, fâsığıın da geçmiş bir suçu bulunmadığı halde onu öyle kılan, seni ona tercih eden, faziletine mazhar kılan, asiyi uzaklaştıran, adaletiyle şekavete sürükleyenin O olduğunu bilip bütün bunlardan sonra yine de nefsine paye verip ucb'a kapılırsan, doğrusu bu şâyân-ı hayrettir!
Hâl böyle iken, senin kudretin -kudretin dahilinde olana- ancak Allah'ın muhalefeti mümkün olmayan bir teşvikçiyi sana musallat kılmasıyla olur. O fiile -her ne kadar tahkikte faili sen olsan da-seni mecbur eden O'dur. Bundan ötürü şükür ve nimet senin değil, O'nundur. Tevhid ve Tevekkül bölümünde sebeplerin ve müsebbiblerin zincirlemesinin beyanından Allah'tan başka hakikî failin olmadığını, ondan başka yaratıcının bulunmadığını öğreneceksin! Esasen o kimseye hayret etmeli ki Allah'ın kendisine akıl ihsan ettiği halde kendisini ilimsiz bir kimseden daha fakir bıraktığına hayret eder ve şöyle der: 'Ben akıllı ve faziletli olduğum halde Allah benden nasıl günlük nafakamı meneder de şu kişiye -gafil ve cahil olduğu halde- dünya nimetlerini yağdırır?!' Hatta nerede ise bunu zulüm görecek kadar ileri gider. Mağrur adam bilmez ki eğer Allah ona akıl ve malı birden vermiş olsaydı, zahiren bu zulme daha çok benzerdi. Zira fakir olan cahil şöyle derdi: 'Yarab! Neden sen ona akıl ile zenginliği birden verdin, beni ikisinden de mahrum bıraktın? Neden ikisini birden bana vermedin veya neden birini bana ihsan etmedin?' Hz. Ali de buna işaret etmiştir. Nitekim kendisine 'Neden akıllılar fakirdirler?' diye sorulduğu zaman, şöyle demiştir: 'Kişinin aklı rızkından düşürülür!'

Şaşılacak şey şudur ki akıllı fakir, çoğu zaman zengin cahili kendisinden daha iyi görür! Halbuki eğer kendisine 'Onun cehaletini ve zenginliğini, aklınla fakirliğinin yerine kabul et' denilirse bunu kabul etmeyişi; Allah'ın ona vermiş olduğu nimetin daha büyük olduğuna delâlet eder. O halde neden cahile verilen zenginliğe hayret eder? Fakir ve güzel kadın, çirkin kadının üzerinde zînetler gördüğü zaman hayret ederek şöyle der: 'Bu güzelliğim süsten nasıl mahrum olur? O çirkinlik nasıl bu zînetlere sahip olur?' Halbuki mağrur kadın bilmez ki onun tabiî güzelliği,rızkından sayılır. Eğer kendisine 'Ya tabiî güzelliği veya zengin-likle çirkinliği kabul et' dense, elbette tabiî güzelliği seçer. O halde Allah'ın ona vermiş olduğu nimet daha büyüktür.

Akıllı ve fakir hakimin kalbinden 'Yarab! Neden beni dünyadan mahrum ettin? Dünyayı cahillere verdin?' demesi, tıpkı sultan tarafından kendisine at verilen bir kimsenin 'Ey sultanım! Ben at sahibi olduğum halde neden bana hizmetkâr vermedin?' demesi gibidir. Bu bakımdan sultan ona şöyle diyebilir: 'Eğer ben sana atı vermemiş olsaydım sen hizmetkârı başkasına vermeme hayret etmezdin! O halde sanki ben sana atı vermemişim gibi bir düşün bakalım! Acaba sana vermiş olduğum nimetim, senin için bir hüccet mi oluyor ki onunla başka bir nimet istiyorsun?'

İşte bunlar' cahillerin yakalarını kurtaramadığı birtakım vehimlerdir. Bütün bu vehimlerin kaynağı cehalettir. Cehalet de ancak, kulun amelinin ve vasıflarının tümünün Allah katında birer nimet olduklarını ve kul müstehak olmadan Allah Teâlâ'nın bu nimeti kendiliğinden kuluna ihsan ettiğini bilmekle ortadan kalkar. Tevazu ve teşekkür etmeyi insana gerekli kılar. Zevalinden korkmayı da nasip eder! Bunu bilen bir kimse için ilmiyle veya ameliyle ucb'a sapmak tasavvur olunamaz. Zira bunun Allah'tan olduğunu bilir. Nitekim Hz. Dâvud (a.s) şöyle demiştir: 'Yarab! Hiçbir gece yok ki Dâvud'un aile efradından biri ibadet etmesin. Hiçbir gün yok ki Dâvud'un aile efradından biri mutlaka oruçlu olmasın!'

Başka bir rivayette 'Gecenin veya gündüzün herhangi bir saati yok ki o saat de Dâvud'un ailesinden biri sana ibadet etmesin. Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya senin zikrini yapar' diye varid olmuştur. Bunun üzerine, Allah Teâlâ, Dâvud kuluna şöyle vahy gönderdi: 'Acaba bu kuvvet onlara nereden verilmiş? Muhakkak ki o kuvvet ancak bendendir. Eğer sana yardımım olmasaydı buna güç yetiremezdin. Gelecekte seni nefsine havale edeceğim'.

İbn Abbas (r,a) der ki: 'Dâvud'a (a.s) isabet eden zelle (günah) ancak ameliyle ucb'a kapılmasından ileri geldi. Zira Dâvud (a.s) ameli, Dâvud'un aile efradına izafe ederek onunla nazlandı. Vaktâ ki nefsine havale edildi, pişmanlık ve üzüntüyü gerektiren zelleyi işledi'.82
Dâvud (a.s) dedi ki:
-Yarab! İsrâiloğulları, neden İbrahim, İshak ve Yâkub'un yüzü suyu hürmetine senden istiyorlar!

-Ben onları belâlandırdım. Onlar sabrettiler!

-Beni de belâlandırırsan sabrederim!Böylece vakti gelmeden önce ameliyle nazlandı. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

-Ben onlara belâ olarak verdiğim birşeyi haber vermedim.

Hangi ayda ve hangi günde olacağını söylemedim. Halbuki sana şu içinde bulunduğun senede, içinde bulunduğun ayda ve yarın bir kadınla seni imtihan edeceğimi haber veriyorum. Bu bakımdan nefsini koru!83

İşte bundan dolayı Hz. Dâvud (a.s) girmiş olduğu girdaba girdi. Hz. Peygamber'in ashabı da Huneyn gününde kuvvetlerine ve çokluklarına güvenip, Allah'ın kendilerine olan yardımını unuttukları ve 'Biz bugün azlıktan ötürü mağlup olmayız' dedikleri zaman, nefislerine havale edildiler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

Andolsun Allah size birçok yerlerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat size hiçbir yarar da sağlamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü başınıza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkanızı dönmüştünüz! (kaçmıştınız).(Tevbe/25)

İbn Uyeyne, Hz. Eyyûb'un (a.s) şöyle dediğini rivayet eder: 'Ya ilahî! Beni bu belâ ile müptela ettin! Halbuki bana herhangi bir emir geldiğinde mutlaka senin isteğini kendi isteğime tercih ettim'. Bunun üzerine bir buluttan, onbin ayrı sesle 'Ey Eyyûb! O fazilet sana nereden gelmiştir?' diye seslenildi.

Râvi der ki: 'Eyyûb (a.s) bunun üzerine, yerden kum ve toprak avuçlayıp başına serpti ve şöyle dedi: 'Senden yarab! Senden yarab!' Böylece unutkanlığından onu Allah'a izafe etmeye döndü ve bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

Eğer üzerinizde Allah'ın fazlı ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi aslâ temizlemezdi.(Nûr/21)

Hz. Peygamber (s.a) insanların en hayırlısı oldukları halde as-hâbına şöyle hitap etti:

-Hiç kimse yoktur ki ameli onu kurtarsın!

-Sen de mi ya Rasûlullah?

-Benim de amelim beni kurtaramaz! Ancak rabbimin rahmetiyle beni örtmesi hariç!84

Hz. Peygamber'in ashâbı kendisinden sonra toprak, saman ve kuş olmalarını temenni ederlerdi. Hem de amellerinin ve kalplerinin saflığına rağmen:.. Durum bu iken, acaba basiret sahibi nasıl ameliyle ucb'a kapılıp onunla cilveler yapıp nefsi için korkmayacaktır?

Vaziyet bu iken ucub lekesini kalpten söküp atan ilaç ancak budur. Bu düşünce kalbe hâkim olduğu zaman, bu nimetin elinden alınacağı korkusu kalbi, amellerle ucb'a kapılmaktan meneder. Kalp kâfir ve fâsıklara bakar, onların daha önce işlemiş oldukları bir günah olmaksızın, iman ve taat nimetinden mahrum kılındıklarını görür. Bu durumdan korkar ve şöyle der: 'Allah, suçsuz mahrum etmekten perva etmez. Nice mü'min vardır ki dininden dönmüş, nice mutî vardır ki fâsık olmuş ve sonucu kötülükle kapanmıştır'. İşte böyle bir düşünce ile beraber hiçbir halde ucub kalamaz. Allah herkesten daha iyi bilir.

_________________

82) Hakim ve Beyhakî, Şuab'ul-İman
83) İbn Cerir, (İbn-i Abbas'tan)
84) Müslim, Buhârî