7.Tevekkül Sahiplerinin Amelleri

İlim hali, hâl de ameli doğurur. Bazen tevekkül'ün mânâsının, bedenen çalışmayı, kalben tedbiri terketmeyi, atılan paçavra ve çengele takılan et parçası gibi yere serilmek olduğu zannedilir! Oysa böyle zannetmek, cahillerin işidir. Böyle zannetmek, şer'an haramdır.

Çünkü şeriat tevekkül, sahiplerini övmüştür. Acaba dince mahzurlu sayılan şeylerle dînî makamların birine nasıl varılır? Buradaki perdeyi kaldırmak için şöyle deriz. Tevekkül'ün tesiri, kulun hareketinde, ilmiyle hedeflerine doğru gidişatında belirir. Kulun kendi ihtiyarıyla çalışmasına gelince, bu çalışma, kesb gibi kulun yanında bulunmayan faydalı bir şeyi celbetmek veya azık gibi kulun yanında mevcut olan, faydalı bir şeyi korumak, yırtıcı hayvan, hırsız ve saldırganı defetmek gibi daha kulun başına gelmeyen bir zararı bertaraf etmek veyahut da hastalıktan tedavi olmak gibi kulun başına gelen bir zararı kaldırmak içindir. Bu bakımdan kulun hareketlerinin hedefi, şu dört durumun dışına çıkamaz: Fayda verenin celbi ve korunması, zarar verenin bertaraf edilmesi veya fenlerin her birinin derecelerini şer'î delillerle beraber zikredelim:

Birinci Durum
Fayda verenin celbi hakkındadır. Bunun hakkında deriz ki: Fayda verenin celbinde kullanılan sebepler üç derecedir:
Biri kesin, ikincisi güvenilir bir zan ile zannedilen, üçüncüsü nefsin tam güvenmediği ve mutmain olmadığı bir vehim ile vehmedilendir.

1. Derece
Kesin olan birinci derece, Allah'ın takdir ve meşiyetiyle, değişmez bir şekilde, müsebbeblerin bağlı oldukları sebepler gibidir. Tıpkı aç olduğunda veya yemeğe ihtiyacın olduğunda yemeğin önüne konması gibidir. Fakat ona el uzatmayıp 'Ben tevekkül sahibiyim. Tevekkül'ün şartı da çalışmayı terketmektir. Eli yemeğe uzatmak da bir çalışma ve harekettir. Onu dişlerle çiğnemek de böyledir. Yukarı çeneyi aşağı çene üzerine kapatmak ve yutmak da böyledir' demen gibi! Senin bu hareketin katıksız bir deliliktir. Tevekkülle hiçbir alâkası yoktur; zira eğer Allah, yemeksizin, sende doymayı veya ekmekte, kendiliğinden gelip ağzına girmek için bir hareketi veya senin için çiğneyip ve midene varması için ' bir meleği müsahhar kılmasını beklersen, Allah'ın sünnetini (kanununu) bilmiyorsun demektir. Böylece yere tohum serpmeden Allah Teâlâ tohumsuz ekin bitirmesini veya Hz. Meryem'in (a.s) doğurduğu gibi, hanımından cinsî münasebette bulunmaksızın çocuk beklersen, bütün bunlar da deliliktir.

Bunun benzeri çoktur ve saymakla bitmez. Bu bakımdan bu makamda tevekkül, amelle değil, hâl ve ilimledir.

İlm'e gelince, Allah Teâlâ'nın yemeği, eli, dişleri, hareket kuvvetini yarattığını, sana yediren ve içirenin O olduğunu bilinendir.

Hal'e gelince, kalbinin sükûnete kavuşması ve itimadının Allah'ın fiili üzerine olmasıdır, el ve yemek üzerine değil! Sen, elinin sıhhatine nasıl güvenebilirsin? Oysa çoğu kez elin kuruyup felç olabilir. Sen kendi kudretine nasıl itimat edebilirsin? Oysa derhal aklını yerinden oynatan bir şey olup, hareket kuvvetini iptal edebilir. Yemeğin hazır olmasına nasıl güvenirsin? Oysa Allah Teâlâ senden o yemeği alan birini veya seni o yerden kaçırtan bir yılanı, seninle yemeğin arasına giren bir engeli musallat kılabilir. Böyle ihtimaller olduğundan ve Allah'ın fazlından başka bunların ilâcı da bulunmadığından ötürü ancak O'nunla sevin ve ancak O'na güven! Kişinin hali ve ilmi bu olduğunda elini yemeğe uzatsın, muhakkak o tevekkül sahiplerindendir.

2. Derece
İkinci derece, kesin olmayan fakat çoğu kez müsebbebin onlarsız meydana gelmediği ve onlarsız meydana gelme ihtimali uzak olan sebeplerdir. Tıpkı şehirlerden ve kafilelerden ayrılıp halkın çok az yolculuk yaptığı sahralara azıksız düşen bir kimse gibi... Böyle yapmak tevekkülde şart değildir. Aksine sahralarda beraberinde azık götürmek selef-i salihînin sünnetidir. Daha önce dediğimiz gibi, azığa değil de Allah'ın faziletine güvendikten sonra, tevekkül sahipleri tevekkülden çıkmış olmaz. Fakat azıksız sahralara dalmak da caizdir. Bu ise, tevekkül makamlarının en yücesidir ve İbrahim b. Ahmed el-Havvas böyle yapardı.

Soru: Fakat azıksız sahraya dalmak, nefsi helâk etmek ve teh-likeye atmak hususunda adım atmak sayılmaz mı?

Cevap: Böyle yapmak iki şartla haram olmaktan çıkar.
Birinci şart; kişi nefsini alıştırmış, bir hafta ve bir haftaya yakın bir zaman yemeksiz sabretmeye nefsini tâlim ettirmiştir. Öyle ki bu müddet zarfında nefis kalp sıkışması ve gönlün teşevvüşü olmaksızın ve Allah'ın zikrinde bir zorluk çekmeden sabredebilir.

İkincisi, öyle bir durumdur ki bitkilerle gıdalanabilir. Basit olan her şeyden gıdasını alabilir. İşte bu iki şart mevcut olduktan sonra, kişi çoğu kez çöllerde ancak haftada bir insana rastlar veya bir obaya, bir köye veya kifayet edici bir bitkiye varır. Nefsiyle mücâhede ederek bununla hayatını idame ettirebilir. Mücâhede etmek tevekkülün direğidir.
Havvas buna itimad eder, onun benzeri tevekkül sahipleri de buna güvenirdi. Havvas'ın buna güvendiğinin delili şudur ki o iğne, makas, ip ve su testisini yanından ayırmazdı. Derdi ki: 'Bunları bulundurmak tevekküle zıt düşmez'.

Bunun sebebi şuydu: O, çöllerde suyun kumun yüzeyinde olmadığını bilirdi. Suyu testisiz ve ipsiz kuyulardan çıkarmak da Allah'ın sünnetine muhaliftir. İp ile testinin, bitki gibi çölde çokça bulunmadığı malumdur. Suya da günde birkaç defa, abdest için, ihtiyaç vardır. İçmek için de günde veya iki günde bir defa suya ihtiyaç vardır; zira yolcunun yolculuğun harareti sebebiyle yemek yemese dahi suya ihtiyacı olur. Kişinin bir tek elbisesi olur. O elbise çoğu kez yırtılır. Avret mahalli görünür. Çölde her namaz vaktinde iğne ve makasın bulunmaz. Kesmek ve dikmek hususunda da çöllerde bulunan şeyler iğne ile makas yerini tutmaz. Bu bakımdan bu dört şeyin mânâsında olan da ikinci dereceye iltihak eder. Çünkü oluşu, kesin olmayan bir zan ile zannedilir; zira elbisenin yırtılmaması veya başka bir insanın çıkıp ona elbise vermesi veya kuyu başında ken-disine su veren birinin bulunması mümkündür. Fakat yemeğin çiğnenmiş bir vaziyette hareket ederek onunn ağzına girmesine ihtimal yoktur. O halde iki derece arasında fark vardır.

Kişi, dağların kuytularından birine su ve bitki olmadığı bir yere herhangi bir yolcunun uğramadığı bir mahalle çekilip Allah'a tevekkül ederek oturursa, bu kişi böyle yapmakla günahkâr olur, kendi nefsini helâk etmiş olur. Nitekim rivayet ediliyor ki zahidlerden biri şehirlerden ayrıldı. Bir dağın tepesinde bir hafta durdu ve 'Rabbim'benim rızkımı getirinceye kadar hiç kimseden birşey istemeyeceğim!' dedi. Böylece bir hafta oturdu. Nerdeyse ölecek raddeye geldiği hâlde kendisine rızık gelmedi. Bunun üzerine ellerini kaldırarak şöyle dedi: 'Ey rabbim! Eğer beni diri bırakacaksan,
bana ayırdığın rızkı gönder! Yoksa ruhumu al! Beni yanına götür!' Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle ilham etti:
İzzetim hakkı için sen şehirlere girip halk arasında oturmadıkça sana rızık vermeyeceğim!
Bunun üzerine, kişi şehre gidip oturdu. Bir kişi yemek, öbür kişi su getirdi. Yeyip içti ve nefsinde bundan korktu. Bunun üzerine Allah Teâlâ kendisine şöyle (ilham) etti:
Dünyadaki zühdünden ötürü hikmetimin berhava edilmesini istedin! Bilmez misin kuluma kullarımın eliyle rızık yedirmem, kendi kudret elimle yedirmekten daha sevimli gelir bana!
Madem durum budur, bütün sebeplerden uzaklaşmak, hikmeti zorlamak ve Allah'ın sünnetini bilmemektir. Allah Teâlâ'nın sünnetinin gereğini yapmakla beraber Allah'a, sebeplere başvurmak ve itimat etmek, daha önce husumetten ötürü vekil hususunda belirttiğimiz misalde olduğu gibi tevekküle zıt düşmez.

Fakat sebepler zâhir ve gizli diye iki kısma ayrılır. Tevekkülün mânâsı, gizli sebeplerle iktifa edip zâhirî sebeplere ihtiyaç duy-mamak, bununla beraber, sebebe değil, sebebin müsebbibine güvenmektir.

Soru: Çalışmaksızın şehirde oturmak haram mıdır, mübah veya mendub mudur?

Cevap:Böyle yapmak haram değildir. Çünkü çölde seyahat eden bir kimsenin nefsini helâk edecek derecede olmaksızın seyahati haram olmadığına göre, çalışmadan şehirde oturmak nasıl haram olur? Kişi burada nefsini helâk etmiyor ki onun fiili haram olsun! Rızkının ummadığı bir yerden kendisine gelmesi, uzak bir ihtimal değildir. Fakat bazen gecikir. Rızık gelinceye kadar sabretmek de mümkündür. Fakat kapıyı üzerine hiç kimsenin girmeyeceği bir şekilde kapatması haramdır. Eğer boş durup bir ibadetle meşgul olmadığı halde kapıyı açarsa, çalışmak ve buradan çıkmak onun için otarmaktan daha evlâdır. Fakat onun böyle yapması, ölüm emarelerinin görülmesi müstesna haram da değildir. Ne zaman ölüm emareleri görünürse, o zaman çıkmak, halktan istemek ve çalışmak gerekir. Eğer kalbi Allah ile meşgulse ve kapıdan gelip de kendisine azık getirene iltifat etmiyorsa, Allah'ın lütfunu bekleyip onunla meşgul ise, bu durumu çalışmaktan daha üstündür. Bu da tevekkülün makamlarından biridir. Bu makam, şahsın Allah ile meşgul olup, rızkına önem vermeme makamıdır. Çünkü rızık şüphesiz kendisine gelecektir! Âlimlerden bazılarının söylediği, bu makama göre doğru olur. Şöyle ki: Eğer kul rızkından kaçsa bile rızık onu arar. Ölümden kaçsa bile ölümün gelip yakasına sarılması gibi... Eğer kul, Allah'tan 'bana rızık verme' diye dilekte bulunsa, bu dileği kabul olunmayacağı gibi böyle söylemekle de âsi de olur! Allah Teâlâ lisan-ı ulûhiyetle ona 'Ey cahil kulum! Seni yaratıp da nasıl sana rızık vermeyeyim? diye haykırmaktadır.

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: 'İnsanlar, her şeyde ihtilaf ettiler. Ancak rızık ile ecel bundan müstesnadır! Çünkü insanlar toplu olarak Allah'tan başka rızık veren ve öldüren olmadığına kanaat getirmişlerdir'.

Hz. Peygamber (s.a) 'Eğer sizler gereği gibi Allah'a tevekkül etmiş olsanız muhakkak ki kuşlara rızık verdiği gibi size de rızık verir. Kuş sabahleyin karnı aç olarak yuvadan ayrılır, akşam tok olarak döner, muhakkak sizin dualarınızla (tevekkül ettiğiniz tak-dirde) dağlar yerinden oynar' diye buyurmuştur.

İsa (a.s) şöyle demiştir: 'Ey insanlar! Kuşlara bakın! Ne tohum eker, ne ekin biçer ve ne de azık edinir! Allah Teâlâ gün be gün onun rızkını böyle olduğu halde verir! Eğer 'Bizim karnımız onunkinden daha büyüktür' derseniz, hayvanlara bakın! Allah Teâlâ, o hayvanlar için şu mahlukâtını rızık toplamaya nasıl sevketmiştir?'

Ebu Yakub es-Susî19 der ki: 'Mütevekillerin rızkı, yorulmaksızın, başka kulların eli ile verilir. Oysa o vasıta olan kullar, meşgul ve yorgundular!'

Seleften bir zat şöyle demiştir: 'Bütün kullar Allah tarafından rızıklanırlar. Fakat bazıları dilenciler gibi zilletle rızkını alır, bazıları da tüccarlar gibi beklemek ve yorgunlukla... Bazıları da sanatkârlar gibi kir ve pasa katlanmakla... Bazıları da sûfiler gibi izzetle alırlar; zira sûfîler aziz olan Allah'ı müşahede ederler. Rızıklarını O'nun kudret elinden alırlar ve vasıtaları görmezler'.

3. Derece
Üçüncü derece, kesbetmenin tafsilatında ve değişik yönlerinde ince tedbirlere başvuran bir kimse gibi, müsebbibe götüren sebeplere zâhirde güvenmeksizin başvurmaktır. Bu ise, tevekkül derecelerinin hepsinden insanı çıkarır. Halk tabakasının tümü bu derecededir.

Bunlardan mübah bir serveti, mübah bir çalışma ile ticaretin ince yollarına başvurmak suretiyle edinen kimseleri kastediyorum. Şüpheli malı alan veya şüpheli bir yoldan kazanç temin edenin durumu ise, dünya hususunda harisliğin son derekesi ve sebeplere yaslanmak demektir. Gizli değildir ki bu durum tevek-kül'ün mânâsını iptal eder. Bu durumun faydalıyı celbetmeye nis-beti, muskanın uğur ve uğursuzluğu ve dağlamanın zarar vericiyi gidermesine nisbeti gibi olan sebeplerdir; zira Hz. Peygamber (s.a) tevekkül sahiplerini'muskaya, fala ve dağlanmaya itimad etmezler diye vasıflandırmıştır.
Çalışmazlar, şehir lerde durmazlar, hiç kimseden birşey almazlar' diye vasıflandırmamıştır. Onları bu sebeplere tevessül etmekle vasıflandırdı. Müsebebbiblerde kendisine güvenilen bu sebeplerin benzerleri pek çoktur, onları tamamen saymak mümkün değildir.

Sehl et-Tüsterî tevekkül hakkında 'Tedbirin terkidir9 demiştir. Yine şöyle demiştir: 'Muhakkak Allah halkı yaratmış, onları nefsinden perdelememiştir. Onların perdeleri ancak tedbirlerdir'.

Umulur ki o bu sözüyle uzak sebeplerin düşünce ile elde edilmesini kasdetmiştir; zira açık sebepler değil de uzak sebepler tedbire muhtaçtırlar. Durum bu olduğunda anlaşıldı ki sebepler kendilerine bağlanılan, tevekküle dahil olan ile olmayan kısma bölünür. Hariç olan kısım da kesin olan ile zannedilene bölünür. Kesin olan tevekkül halinin ve ilminin varlığında tevekkülden çıkmaz. O, sebeplerin müsebbibine güvenmektir. Bu bakımdan buradaki tevekkül amelle değil, hâl ve ilimledir. Zannedilenlere gelince, bunlarda tevekkül hâl, ilim ve amel ile birlikte olur.

Bu sebeplere başvurmak bakımından, tevekkül sahipleri üç makam üzeindedirler:
Birinci Makam
Bu el-Havvas ve benzerlerinin makamıdır, el-Havvas azıksız, çöllerde gezen bir zattı. Bunda bir hafta veya daha fazla bir zaman sabır imkânını kendisine bahşeden veya bitkiyi veyahut herhangi bir azığı kendisine kolaylaştıranın fazlına güveniyordu veya kendisini eğer hiçbir şey elde edilmezse ölmeye razı olmakta sabit kılacağına inanıyordu. Çünkü azığı beraberinde götüren, bazen azığını kaybeder veya azığı sırtında taşıyan devesi kaybolur ve dolayısıyla açlıktan ölür. Demek ki açlıktan ölmek nasıl ki azığın yokluğu ile beraber mümkün ise azıkla beraber de mümkündür.

İkinci Makam
Bu makam, evinde veya mescidde otaran kişinin makamıdır. Fakat evi ve mescidi köy ve şehirlerdedir. Bu makam, birincisinden daha zayıftır. Fakat bu kimseler tevekkül sahipleridir. Çünkü hem kesbi, hem de zâhirî sebepleri terketmiştir. Gizli sebeplerle işini tedbir etmekte Allah'ın fazlına güvenmiştir. Fakat şehirlerde oturmakla rızkın sebeplerine açık kapı bırakmıştır. Çünkü şehirlerde oturmak, rızkı kolaylaştıran sebeplerdendir. Ancak şehirde oturması, şehirlilere değil de onları kendisine rızık vermeye zorlayan Allah'a güvendiği takdirde tevekkülünü bozmaz; zira bütün şehirlilerin şehirde olduğu halde ondan gafil olmaları ve onu ihmal etmeleri düşünülebilir. Eğer Allah Teâlâ onu onlara tanıtmaz ve onları ona yardım etmeye teşvik etmezse, ondan gafil olmaları düşünülebilir!

Üçüncü Makam
Bu kişinin çıkıp, kesb âdâbı bahsinin üçüncü ve dördüncü bablarında söylediğimiz şekilde kazanmasıdır. Bu kişi 'Kazancım bana kifayet eder, gıdam var. Mertebem ve sermayem var' diye bunlara güvenmedikçe, tevekkül makamlarından dışarı çıkmış sayılmaz; zira bunlara güvenmeye gelmez. Çünkü çoğu kez Allah Teâlâ bütün bunları bir anda yok eder. O bütün bunları koruyan, sebepleri kendisine kolaylaştıran Allah'a bakar. Kazancını, sermayesini, yetkisini Allah'ın kudretine nisbeten sultanın elindeki kalem gibi görür. Bu bakımdan kalemi bu durumda gören bir kimse kaleme değil, sultanın kalbine nazar eder. Acaba o kalp ne ile hareket edecek? Neye meyledecek ve neyle hükmedecek? Sonra bu çalışan, ya çocukları için veya fakirlere dağıtmak için çalışır. Bu bakımdan o, bedeniyle çalışır, fakat kalbiyle çalışandan ayrılır.

Öyleyse bunun hali, evinde oturanın halinden daha şereflidir. Çalışmanın eğer şartlar gözetilir ve daha önce geçtiği gibi, hâl ve marifet kendisine eklenirse tevekkül haline zıt düşmediğinin delili şudur:

Hz. Ebubekir (r.a) halife seçildiğinde, sabahleyin daha önce sattığı elbiselerin bir kısmını kucağına alıp bir kısmını da kolunun üzerine atıp çarşıya girdi. "Elbise! Elbise' diyerek elbiseyi tanıtmaya başladı. Öyle ki müslümanlar onun bu hareketini hoş karşılamadılar ve dediler ki: 'Sen bunu nasıl yapıyorsun? Oysa sen hilâfet makamına getirilmişsin?' Hz. Ebubekir itirazda bulunanlara 'Beni, çoluk çocuğumun nafakasını kazanmaktan alıkoymaymz. Çünkü ben çocuklarıma bakmazsam başkalarına nasıl bakarım?' dedi.
Bu durum ashab-ı kirâm tarafından müslümanların bir ailesine yetecek kadar Hz. Ebubekir'e maaş tayin edilinceye kadar devam etti. Ashab, Hz. Ebubekir'in bu maaşı hazineden almasına razı oldukları zaman, Hz. Ebubekir de onlara yardım etmeyi ve buna razı olmak suretiyle onların kalplerini hoş tutmayı ve bütün vaktini müslümanların maslahatına ve yararına sarfetmeyi daha uygun buldu. Böylece alışverişten vazgeçti.

Hz. Ebubekir'in 'tevekkül makamında olmadığını' söylemek muhaldir. Acaba ondan daha fazla bu makama lâyık olanı var mıdır? Onun bu hareketi, çalışmayı ve çabalamayı terketmek suretiyle değil, azığına ve çalışmaya itibar etmemek suretiyle tevekküldür. Allah'ın çalışmayı kolaylaştırıcı, sebepleri tedbir edici olduğunu bilmesiyle tevekkül sahibiydi. Onun tevekkül sahibi olması, çalışma yolunda gözettiği bazı şartlara bağlıydı. Meselâ ihtiyacı kadar çalışıyordu. Fazla mal edinmek, edinilen fazla mal ile böbürlenmek, malı biriktirmek gibi şeyler için çalışmıyordu. Onun nezdinde kendi parası başkasının parasından daha sevimli değildi. O halde parası nezdinde başkasının parasından daha sevimli olan bir kimse dünyanın harisi ve muhibbidir. Oysa tevekkül, ancak dünya hakkında zâhidlik yapmakla tahakkuk eder. Evet! Tevekkülsüz zühd doğru olabilir. Çünkü tevekkül, zühdün ötesinde bir makamdır.

Cüneyd-i Bağdâdî'nin şeyhi ve tevekkül sahiplerinden olan Ebu Cafer el-Haddad şöyle demiştir: Tevekkül hâlimi yirmi sene gizledim ve pazardan ayrılmadım. Hergün bir dinar kazanıyor, fakat bir danikle bile sabahlamıyordum. Hamam parası olarak bir kırat verdiğim zaman bile istirahat etmiyordum. Hepsini geceleyin fakirlere veriyordum'. Cüneyd, bu zatın huzurunda, tevekkül husu-sunda konuşamıyordu. Cüneyd şöyle derdi: 'Onun bulunduğu yerde, konuşmaktan utanıyorum!' Bil ki: Belli bir gelirle tekkelerde oturmak, tevekkülden uzaktır. Eğer o tekkelerin belli bir geliri ve vakfiyesi yoksa, tekke hizmetkârına çıkıp da orada ibadet edenler 'nafaka topla' diye emir verirlerse, bu durumda zayıf bir tevekkül vardır.

Fakat çalışan bir kimsenin tevekkülü gibi hâl ve ilimle kuvvet bulur. Eğer tekkehanelerde oturanlar, kimseden birşey dilenmeyip kendiliğinden gelene kanaat ederlerse bu, tevekkülleri için daha kuvvetli bir durumdur. Fakat orada oturanlar bu şekilde şöhret bulduktan sonra orası onlar için pazar yeri gibi olur. Bu bakımdan orası pazara girmek gibidir. Pazara giren bir kimse de ancak birçok şartları gözettiği takdirde tevekkül sahibi olabilir.

Soru: Evinde oturmak mı yoksa çıkıp çalışmak mı daha üstündür?

Cevap: Eğer kişi çalışmayı bırakmak suretiyle tefekkürü, zikri, ihlası ve vaktini ibadetle doldurmayı düşünüyorsa ve aynı zamanda çalışmak da onun bu hedeflerine engel oluyorsa, çalışmamasına rağmen, nefsi halkın eline engel oluyorsa ve biri gelsin de bana birşey getirsin diye beklemiyorsa, Allah'a tevekkül etmek ve sabır hususunda kalbi çok kuvvetli ise ve böyle şeylere bakmıyorsa, bu takdirde oturmak kendisi için daha evlâdır. Eğer evde kalbi muzdarip ve gözü halkın elinde ise, bu takdirde çalışmak daha evlâdır. Çünkü kalben halkı beklemek, kalbiyle dilenciliktir! Bu dilenciliği terketmek dinen, çalışmayı terketmekten daha mühimdir. Tevekkül sahipleri kalben bekledikleri şeyleri kabul etmezler.

Ahmed b. Hanbel, Ebu Bekir el-Maruzî'e tayin edilen ücretten daha fazla bir şeyin bir fakire verilmesini emretti. Fakat o fakir kendisine fazla verilmek istenen şeyi reddetti. Fakir hakkını alıp gidince, İmam Ahmed, Ebu Bekir'e 'Arkadan yetiş! Kendisine ver! Şimdi kabul edecektir! dedi. Ebu Bekir, fakire yetişip verdi ve fakir de kabul etti. Sonra Ebu Bekir, İmam Ahmed'e bunun hikmetini sordu ve şu cevabı aldı: 'Daha önce nefsi bu fazlayı istediği için reddetti. Çıkıp gidince tamahı bundan kesilip ümitsiz olunca kabul etti!'

Havvas, vermesi için bir kula baktığında veyahut nefis bunu kendisine âdet edinir diye korktuğunda o kuldan hiçbir şeyi kabul etmezdi, Havvas'tan 'Yapmış olduğun seyahatlerde en hayret verici olarak hangi hâdiseyi gördün?' diye sorulduğunda şu cevabı verdi: 'Hızır'ı gördüm. Arkadaşlığıma razı oldu. Fakat nefsim ona meyleder, dolayısıyla bu meyledişim tevekkülümde eksiklik mey-dana getirir korkusundan ondan ayrıldım'. Durum bu olduğu zaman, çalışan bir kimse, çalışma âdabını ve çalışma bahsinde geçtiği gibi niyetinin şartlarını ki çalışmasıyla fazla zengin olmayı kasdetmiyor, elindeki şeylere güvenmiyor ve çalışma kabiliyetine mağrur olmuyor demektir» riayet ettiği zaman tevekkül sahiplerinden olur.

Soru: Servete ve çalışma kabiliyetine güvenmemenin alâmeti nedir?

Cevap: Alâmeti şudur ki serveti çalınır veya ticarette zarar eder veya herhangi bir işi gecikirse buna razı olur. Güveni bozulmaz. Kalbi muzdarip olmaz. Hâdisenin başında ve sonunda kalbinin sükûnet durumu aynı olur. Çünkü bir şeye karşı sükûnete kavuşmayan bir kimse, onun yokluğundan dolayı muzdarip olmaz. Bir şeyin yokluğundan dolayı muzdarip olan bir kimse, o şeye gönül vermiş demektir.

Bişr, yün örmeleri yapıyordu. Fakat onları bilahere terk etti. Bunun sebebi de şuydu: el-Buadî, Bişr'e mektup yazarak şöyle dedi: 'Kulağıma geldiğine göre sen rızkını yün örmeler yaparak kazanıyormuşsun. Acaba Allah senin kulağını ve gözünü aldığı takdirde rızkı kimin üzerinde görürsün?' el-Buadî'nin bu sözü, Bişr'in kalbine tesir etti. Böylece Bişr, elinden eğirme aletini attı ve bu işi terketti. Deniliyor ki; 'Bişr bu aleti, ismi memlekete yayıldığı ve bu alet için dört taraftan kendisine insan seli aktığı için terketti', 'Çoluk çocuğu öldüğü zaman bunu terketti' de denilmiştir. Tıpkı Süfyan es-Sevrî'nin ticaret sermayesi olan elli altını, ailesi ölünce fakir fukaraya dağıttığı gibi..

Soru: Nasıl olur da insanın bir malı olsun da kalben o malı sevmesin? Oysa insan, sermayesiz kazancın mümkün olmadığını bilir.

Cevap: Şunu bilmekle bu tasavvur olunabilir: İnsanlar arasında sermayesiz olanlar Allah tarafından kendisine rızık verilenler çoktur. Yine bol sermayeleri olan ve kendilerinden o sermaye çalınan, dolayısıyla helâk olanlar da çoktur. Bunu bildikten sonra şu hususta nefsini, sarsılmaz bir şekilde inandırmalıdır: Allah, kendisi için ancak kendisine yararlı olanı yapar! Eğer sermayesini helâk ederse, demek ki kendisi için sermayenin helâk olması hayırlıdır. Belki de sermayesi kalsaydı dinsizliğe yol açardı! Öyleyse bu takdirde sermayesini yok etmek, kendisi için ilâhî bir lütûftur. Bu durumun en fazla tehlikesi (dinsiz değil de) açlıktan ölmesidir. Bu bakımdan açlıktan ölmesinde, eğer kendi kusuru yoksa ve sadece Allah Teâlâ'nın bir hükmü olarak tahakkuk etmişse, bunun ahirette kendisi için daha hayırlı olduğuna inanması gerekir. Bütün bunlara inandığında malın varlığı ile yokluğu nezdinde eşit olur.

Kul, geceleri, ticaret yapmayı düşünür. Yapacağı şey öyle bir şeydir ki eğer onu işlerse, helâk olması sözkonusudur. Bu bakımdan Allah Teâlâ, arşının üstünden ona bakar. Onu o işi yapmaktan vazgeçirir. O, mahzun ve üzüntülü olarak, meymenetsizliği komşusundan ve amcasının oğlundan bilerek 'Kim bana önce bu işi yaptı? Kim buna bu felâketi getirdi?' diyerek sabahlar. Oysa bu, Allah Teâlâ'nın kendisine vermiş olduğu bir rahmetten başka birşey değildir.20

Hz. Ömer 'İster zengin, ister fakir olarak sabahlayayım. Buna aldırmam! Çünkü zenginlikten veya fakirlikten hangisinin benim için daha hayırlı olduğunu bilmiyorum!' demiştir.
Bu şeyler hususunda yakîni tekâmül etmemiş bir kimseden te-vekkül tasavvur olunamaz.

Ebu Süleyman ed-Dârânî, Ahmed b. Ebî Havariye 'Benim için her makamdan bir nasip vardır. Ancak şu mübarek tevekkülden yok! Ben ondan bir koku bile alamadım!' demiştir.
Evet, Ebu Süleyman'ın yüce kadrine rağmen durumu bu idi. O, tevekkül'ün mümkün olan makamlardan olduğunu inkâr etmemiştir. Fakat 'Ona yetişemedim!' demiştir. 'Tevekkül'ün en yüce noktasına varamadım' demek istemiş olması mümkündür. Allah'tan başka fâil olmadığına, O'ndan başka rızık verici bulamadığına, kul hakkında takdir buyurduğu fakirliğin, zenginliğin, ölümün ve hayatın kulun kendi kendine istediğinden daha hayırlı olduğuna dair iman kemâle ermedikçe, tevekkül hali kemâle eremez. Öyleyse tevekkülün binası daha önce de geçtiği gibi bu şeylere olan imanın kuvveti üzerine kurulmuştur. Dinin sözler ve amellerden ibaret olan diğer makamları da imandan olan temelleri üzerine bu şekilde bina edilirler.

Özet olarak tevekkül, anlaşılan bir makamdır. Fakat kalbin ve yakînin kuvvetini ister. İşte bu nedenle Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Kim kazanmayı hor görüp kınarsa, Sünnetullah'ı kınamıştır, kim kazanmayı terketmeyi kınarsa tevhîd'i kınamıştır'.

Soru: Zahirî sebeplere meyletmekten kalbi çevirmekte ve gizli sebepleri kolaylaştırmak hususunda Allah'a hüsn-i zan etmekte fayda verici deva var mıdır?

Cevap:
Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri yapmayı emreder. Allah size kendi tarafından bağışlama ve lütuf va'dediyor. Şüphesiz Allah'ın lütfu geniştir, (O) bilendir.(Bakara/268)

İnsan, tabiatı sebebiyle şeytanın korkutmasını dinlemek durumundadır ve bunun için denilmiştir ki: 'Korkak kimse su-i zandan dolayı, şeytana aldanmıştır'. Ne zaman ki bu korkuya başka korku, kalp zâfiyeti ve zâhirî sebepler üzerinde konuşan ve araştırma yapan kelâmcılarm görünmesi eklenir ve su-i zan, galebe çalarsa o zaman tevekkül tamamen iptal olunur. Rızkı gizli sebeplerden görmek de tevekkülü bozar. Hikâye ediliyor ki bir âbid, belli bir geliri olmadığı halde, bir mescidde itikafa girdi. Mescidin imamı ona dedi ki: 'Çalışıp kazanman senin için bu durumdan daha iyi değil midir'. Âbid, imam bu suali üç defa tekrar edinceye kadar cevap vermedi. Bunun üzerine imama dedi ki: 'Caminin komşusu bir yahudi vardır. Hergün bana iki ekmek vermeyi taahhüd etti'. Bunun üzerine imam 'Eğer yahudi taahhüdünde doğru ise, camide itikaf etmen, çalışmandan senin için daha hayırlıdır' deyince, âbid şöyle haykırdı: 'Ey kişi! Eğer sen Tevhîd'deki bu eksikliğine rağmen Allah ile kullar arasına girmesen senin için daha hayırlıdır; zira sen bir yahudinin rızık va'dini Allah'ın taahhüdünden daha üstün tuttun!'

Bir mescidin imamı cemaattan birine 'Sen nerden yiyorsun?' diye sorunca, o kişi 'Ey şeyh! Sabret! Ben senin arkanda kılmış olduğum namazımı iade edeyim de ondan sonra senin bu sualini cevaplandırayım!' dedi. Gizli sebepler vasıtasıyla Allah'ın fazlından rızkın gelişine güzel zan beslemek hususunda Allah Teâlâ'nın rızkı sahibine ulaştırma sanatının acaiplikleri hakkında vârid olan hikâyeleri dinlemek fayda verir.

Bu hikâyelerde tüccarlar ve zenginlerin mallarını helâk edip ve onları acından öldürmesinde Allah'ın kahr-ı ilâhîsinin acaiplikleri de vardır.

Huzeyfe Mer'aşî'den şöyle rivayet olunmuştur: Bu zat, İbrahim b. Edhem'e hizmet ediyordu. Kendisine 'İbrahim b. Edhem'den gördüğün en acaip hâdise nedir?' diye sorulduğunda dedi ki: 'Mekke yolunda birkaç gün yemeksiz kaldık. Sonra Kûfe'ye girdik. Harabe bir mescide vardık. İbrahim bana bakarak şöyle dedi: 'Ey Huzeyfe! Seni acıkmış görüyorum!' Ben 'O halde görüşünüz nedir?' diye sordum. İbrahim 'Bana divit ile kâğıt getir!' dedi. Ben, kendisine dediğini getirdim. Şunları yazdı:
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle başlarım!
Yârab! Her durumda kastedilen sensin! Her mânâ ile kendisine işaret edilen zatsın'.
Bunları yazdıktan sonra (şöyle) bir şiir yazdı:
Ben hamdedici, ben şükredici, ben zikrediciyim! Ben acıkmış, ben kaybolmuş, ben çıplak bir kimseyim. İşte bunlar altı vasıftır. Bunların yarısını yapmayı ben taahhüd ediyorum. Ey Bârî Hudâ! Diğer yarısını da sen taahhüd et! Senden başkasını övmem, ateşe dalmam gibidir. Bu bakımdan kulunu ateşe girmekten koru!

Bunları yazdıktan sonra, mektubu bana vererek şöyle dedi. 'Çık! Kalbini Allah'tan başkasına bağlama! İlk rastladığın insanın eline bu mektubu tutuştur!' Bana ilk rastlayan, bir katırın süvarisi oldu. Mektubu kendisine uzattım, aldı, okuyunca ağlayıp şöyle dedi: 'Şu mektubun sahibi ne yapıyor?' Dedim ki: 'O filan camide oturuyor'. Bunun üzerine kişi, koynundan içinde 600 dinar bulunan bir keseyi çıkarıp bana verdi ve gitti. O gittikten sonra başka bir kişi ile karşılaştım. Katır süvarisinin kim olduğunu kendisine sordum. Dedi ki: 'O bir hristiyandır!' Bunun üzerine İbrahim'in huzuruna varıp meseleyi anlattığımda şöyle dedi: 'Keseye el sürme! Zira kesenin sahibi birazdan gelecektir!' Bir saat sonra hristiyan içeri girip İbrahim'in boynuna sarıldı. Yanaklarından öpüp müslüman oldu.

Ebu Yakub Akta el-Basrî şöyle anlatıyor: Bir defasında Harem-i Şerîf'te on gün aç kaldım, bedenimde bir zâfiyet hissettim. Nefsim, bana çıkıp da bir şeyler aramamı söyledi. Dereye çıkıp bir şeyler bulup az da olsa açlığımı gidermek istedim. Orada atılmış bir şalgam gördüm, onu aldım. Fakat kalbimde ona karşı bir ürperti hissettim. Sanki biri bana şöyle diyordu: 'On gün aç durduktan sonra nasibin atılmış ve kokmuş bir şalgam mı olacaktı?' Bu yüzden şalgamı elimden attım. Camiye girip oturdum, Arap olmayan bir kişi çıkageldi. Önümde oturdu ve önüme bir bohça koydu. 'Bu senindir' dedi. Dedim ki: 'Beni nereden tanıyorsun ki bunu bana getirdin?' Dedi ki: 'Biz, on günden beri denizde muhasara edilmiştik. Gemi nerde ise batacaktı. Ben eğer Allah beni kurtarırsa, bu bohçayı mücavirlerden (Kâbe'nin komşuları demektir) ilk gördüğüme sadaka olarak vermeyi nezrettim. İşte ilk gördüğüm sensin'. 'Bohçayı aç!' dedim. Bohçayı açtı. Baktım ki bohçada Mısır mamûlü simit, badem içi ve şeker vardır. Her birinden bir avuç aldım ve dedim ki: 'Diğerini arkadaşlarına benden hediye olarak götür'. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Senin rızkın on günden beri sana doğru çıkmış geliyor. Oysa sen nerede rızkını arıyorsun?'

Ebu Hasan ed-Dineverî "Bir ara borçluydum. Borçtan dolayı kalbim meşguldü. Rüya âleminde biri şöyle dedi: 'Ey cimri! Siz bu kadar borcu bize güvenerek ettiniz. Siz borç ediniz. Biz de onu verelim !' Bu rüyadan sonra ne bir bakkal, ne de bir kasap ve ne de başka bir esnaf ile hesaba girişmedim; her söylediklerini verdim".

Bennan el-Hammal'dan şöyle hikâye olunuyor: "Mısır'dan beraberimde azık olduğu halde Mekke yoluna devam ediyordum. Bir kadın bana gelip 'Ey Bennan! Sen hammalmışsın! Sırtında azık taşıyor, Allah'ın sana rızık vermeyeceğini mi zannediyorsun?' dedi. Bu söz üzerine azığı attım. Sonra üç gün geçmesine rağmen yiyecek birşey bulamadım. Yolda bir kadın halhali buldum. Kendi kendime dedim ki: 'Bunu sahibi gelinceye kadar alayım, sahibi gelirse bana birşey verir, ben de halhalini iade ederim'. O kadın karşıma çıktı ve bana dedi ki: 'Sen tüccar mısın ki 'Halhalin sahibi gelir, ondan birşey alırım' diyorsun?' Sonra kadın bana biraz para verdi. Ben Mekke'ye yaklaşıncaya kadar onunla geçindim".

Hikâye olunur ki Bennan, hizmetini görecek bir cariyeye muhtaç oldu. Arkadaşlarına başvurdu. Arkadaşları aralarında bir cariye parası topladılar. Dediler ki: 'Kervan gelince sana uygun bir cariye satın alacağız!' Kervan geldiğinde satın almak için bir cariye beğendiler ve dediler ki: 'Bu cariye Bennan'a uygundur!' Sonra cariye sahibine dediler ki: 'Bu cariyeyi kaça satarsın?' Gariye sahibi 'O satılık değildir!' dediyse de onlar ısrar ettiler. Sonra cariye sahibi 'O hammal Bennan'ın cariyesidir. Ona ta Semerkand'dan bir kadın hediye etti!' dedi. Böylece cariyeyi Bennan'a götürüp meseleyi anlattılar.
Şöyle anlatılır: Geçmiş zamanda sefere çıkmış ve beraberinde bir ekmek bulunan biri vardı. O kişi 'Eğer bu ekmeği yiyip bitirirsem sonra acımdan ölürüm!' dedi. Oysa Allah Teâlâ bir meleği ona göndererek meleğe şu emri verdi: 'Eğer o ekmeği yerse, kendisine rızık ver! Eğer yemezse hiçbir şey verme!' Böylece kişi, korkusundan ekmeği yemeyip açlıktan ölüp gitti. Ekmek de onun yanı başında kaldı!

Ahmed b. İsa Ebu Said Harraz el-Bağdâdî şöyle anlatır: "Azıksız olarak çöle daldım. Çölde çok sıkıntı çektim. Sonra uzaktan bir köy gördüm ve sevindim. Sonra bu sevgimle Allah'tan başkasına güvenmiş ve tevekkül etmiş olduğumu düşündüm! Bunun üzerine oraya girmemeye, ancak takatten düşünce, başkası tarafından alınıp oraya götürülürsem oraya gireceğime dair yemin ettim. Böylece kumda kendim için bir mezar açtım. Göğsüme kadar kuma dalıp bekledim. Gece yarısı yüksek bir ses işittim ki şöyle bağırıyordu: 'Ey köyün sakinleri! Allah'ın bir velî kulu vardır. Kendini kumun içine gömmüştür. Kendisine yetişiniz!' Bunun üzerine bir cemaat gelip beni kumdan çıkardı ve köye götürdü".

Rivayet ediliyor ki bir kişi, Hz. Ömer'in kapısında durdu. Baktı ki biri şöyle diyor: 'Ey kişi! sen Allah'a mı yoksa Ömer'e mi hicret ettin? Git Kur'an öğren; zira Kur'an seni Ömer'in kapısına var-maktan müstağni kılacaktır'. Bunun üzerine kişi gitti. Hz. Ömer onu aradı. Baktı ki bir köşeye çekilmiş, ibadetle meşgul... Hz. Ömer yanına yaklaşıp şöyle dedi: 'Neredesin? Seni özledim! Neden bana geliniyorsun?' Kişi 'Ben Kur'an'ı okudum. O beni Ömer'den de, Ömer'in aile efradından da müstağni kıldı!' dedi. Ömer 'Allah sana rahmet etsin! Kur'an'da ne gördün?' deyince, o kişi 'Kur'an'da şunu gördüm: 'Sema'da rızkınız da var, uyarıldığınız (azap) da var'. (Zâriyât/22) Bunun üzerine dedim ki: 'Benim rızkım gökte! Oysa ben onu yerde arıyorum'. Bu sözleri işiten Ömer (r.a) ağladı ve 'Doğru söyledin' dedi. Bu hâdiseden sonra Ömer, onun karşısına gelir ve otururdu.

Ebu Hamza el-Horasanî şöyle anlatıyor: Bir sene hacca gittim. Yolda giderken bir kuyuya düştüm. Nefsim bana 'Bağır da seni gelip kurtarsınlar' dedi.
Ben ise 'Hayır! Allah'a yemin ederim, bağırmayacağını!' dedim. Bu söz daha bitmeden, kuyunun yanından iki kişi geçti, biri diğerine dedi ki: 'Gel de şu kuyunun ağzını kapatalım da kimse düşmesin!' Böylece kamış ve taş getirdiler. Kuyunun üstünü kapattılar. Onlar bunu yaparken ben bağırmak istedim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Kime bağırıyorum? Oysa Allah onlardan bana daha yakın değil midir?' Böylece sükûnete kavuştum. Bir saat kadar bu durumda kaldım, sonra baktım ki birşey gelip kuyunun üstündekileri attı. Ayağını kuyuya sarkıttı. Sanki bana, lisan-ı hâl ile 'ayağıma yapış' diyor ve bunu anladığım bir uğultu içerisinde bana haykırıyordu. Bunun üzerine ayağına tutundum. Beni çekip dışarı çıkardı. Bir de ne göreyim! Yırtıcı bir hayvan! Böylece beni bırakıp gitti. Sahibi görünmeyen gizli bir ses şöyle dedi: 'Ey Hamza! Bu daha güzel değil midir? Seni şu şiiri okuyarak canavar vasıtasıyla telef olmaktan kurtardık!' Ben şu şiiri okuyarak yürüdüm: 'Senden utanmam aşkımı izhar etmekten beni alıkoydu. Fakat sen anlayışınla beni izhar etmekten müstağni kıldın! Sen benim işimde bana lütfettin! Benim hazır hâlimi gaip hâlime ekleyerek izhar ettin. Zaten lütûf lütûfla idrâk olunur. Bana gaibde göründün. Hatta sanki gayb ile 'muhafaza altındasın' diye bana müjde verdin. Seni tazim ettiğimden ötürü, bende bir vahşet olduğu halde, senden gelen lütûf ve şefkatle bana ünsiyet verdiğini gördüm. Sevgide yok olan bir muhibbi sen dirilttin! Ölümle beraber hayatın oluşu ha! Doğrusu bu bir acaipliktir'.

Bunlar gibi birçok vâkalar vardır. Ne zaman ki Allah'a olan iman kuvvet bulur, buna göğsün daralması olmaksızın, bir haftalık açlığa tahammül etme kudreti de eklenirse ve eğer bir hafta zarfında sana rızkını göndermezse, mutlaka Allah'ın yanında ölüm senin için daha hayırlıdır. Bu husustaki imanın kuvvet bulursa, bu hâl ve müşahedelerle tevekkül tamamlanır. Aksi takdirde asla tevekkül tamamlanmaz.


19) Sus Ahvaz'da bir yerin adıdır.
20) Ebu Nuaym, Hilye, (İbn Abbas'tan)