7.Rütbe Sevgisinin Övülen ve Yerilen Kısımları

Rütbe'nin mânâsının, kalpleri mülk edinmek ve onlara güç yetirmek olduğunu bildiğin takdirde onun hükmünün, malları mülk edinme hükmü olduğunu da öğrenmişsin demektir. Çünkü o da dünyanın gelipgeçen ârazlarından bir arazdır. Mal gibi ölümle sona erer. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu bakımdan dünyada ne yaratılmışsa ondan ahiret azığı edinmek mümkündür.

Nasıl yemek, içmek ve giymek zarureti için az bir mal mutlaka lâzım ise, halk ile beraber yaşamak için küçük bir mevkî de öylece lâzımdır. Nasıl ki insan yemekten müstağni değilse ve dolayısıyla yemeği veya yemeğe vereceği malı sevmesi caiz ise, tıpkı onun gibi, hizmet eden bir hizmetçiye, yardımcı olan bir arkadaşa, irşad eden bir üstada, koruyan ve şerlilerin zulmünü defeden bir sultana (saltanat sahibine) muhtaçtır. Bu bakımdan kulun, hizmetçisini hizmetine dâvet edecek bir hürmetinin hizmetçinin kalbinde bulunmasını istemesi dinen kötü değildir. Arkadaşının kalbinde kendisiyle güzel arkadaşlık yapacağına ve yardımını kendisinden esirgemeyeceğine sevkedecek bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Üstadının kalbinde kendisinden irşadını, öğretmesini, ihtimamını esirgemeyecek derecede bir kıymetinin bulunmasını istemesi de yasaklanmış bir istek değildir.

Sultanın yanında kendisinden serleri defedecek kadar bir kıymetinin bulunmasını istemesi de kötü değildir. Çünkü mal gibi mevkî de gayelere götürücü bir vesiledir. Bu bakımdan mevkî ile mal arasında fark yoktur. Ancak kesin olan şudur ki mal ve mevk-înin bizzat kendileri kişinin isteği değildir, hatta def-i hacet için muhtaç olması, evinde bir helânın bulunmasını istemesi gibidir ve onun yerine geçer. Buna rağmen insanoğlu helâdan kurtulmak için def-i hacete muhtaç olmamayı isterdi. Bu bakımdan bu, hakîkatte insanoğlunun helâya muhib olmadığını gösterir. Öyleyse sevgiliye ulaştırmak için istenilen şeyler sevgili değil, aksine onunla varılmak istenilen gaye sevgilidir.

Fark başka bir misalle daha iyi idrâk edilebilir. Şöyle ki: Kişi bazen yemeğin fazlasını helâ vasıtasıyla bertaraf ettiği gibi, şehvetinin fazlasını eşi vasıtasıyla bertaraf ettiğinden dolayı eşini sever. Eğer şehvetten kurtulmuş olsaydı muhakkak eşinden uzaklaşırdı. Tıpkı def-i hacetten kurtulsaydı helâyı bırakıp ona uğramayacağı gibi... Bazen de âşıkların sevgisi gibi, eşini şahsiyetinden dolayı sever. Eğer şehveti başka bir şekilde bertaraf edilse dahi, yine onu nikâhının altında bırakır. İşte sevgi birinci-sine değil de bu ikincisine denir. Mal ve mevkî de böyledir. Onlar da bu iki yönden sevilirler. Bu bakımdan bedenin mühim vazifele-rine onlar vasıtasıyla varmak için onları sevmek kötü değildir.

Bedenin zaruretinin ve ihtiyacının dışında kalan şeyleri, bizzat kendilerinden dolayı sevmek ise kötüdür! Fakat sevgi, günah işlemeye, yalan, dalavere ve mahzurlu bir işi yapmak suretiyle elde edilen birşeyi kazanmaya, herhangi bir ibâdetle elde edilen birşeye kendisini ulaştırmaya, para ve mevki sahibini zorlamadıkça fâsıklık ve günahkârlıkla vasıflanmaz; zira ibâdet vasıtasıyla mal veya mevkîye ulaşmak, din nâmına bir cinayettir. Bu ise haramdır. Geleceği gibi mahzurlu olan riyanın mânâsı da buraya dönüşür.

Soru: 'Kişinin, sultanın, arkadaşının, hizmetçisinin, hocasının veya kendisine bağlı olan bir kimsenin kalbinde mevkî sahibi olmayı talep etmesi, nasıl olursa olsun mübah mıdır veya hususî bir yönden, hususî bir hududa kadar mı mübahtır?'

Cevap: Bu, üç şekilde istenir. Bu üç şekilden ikisi mübah, biri mahzurludur.
Mahzurlu olan vecih ilim, takvâ ve soy gibi kendisinde bulunmayan bir sıfatın varlığına inandırarak kalplerinde mevkînin yerleşmesini istemesidir. Onlara Hz. Ali'nin soyundan geldiğini veya âlim kişi olduğunu veya muttaki olduğunu söyler. Oysa böyle değildir. İşte böyle yapması haramdır. Çünkü böyle yapmak, yalan ve göz bağcılıktır. Gözbağcılık da ya sözle veya muamele ile olur.

Mübah olan iki vechin biri; onların kalbinde, kendisinde bulunan bir sıfatla yerleşmek istemesidir. Hz. Yusufun, rabbi ta-rafından haber verilen sözünde olduğu gibi:
Beni Mısır'ın hazineleri üzerine me'mur et! Çünkü ben iyi korur, iyi bilirim.(Yusuf/55)

Görüldüğü gibi Hz. Yusuf (a.s) korumak ve iyi bilmek vasfı ile Aziz'in kalbinde mertebe talep etti. Hem de Aziz kendisine muhtaç olduğu halde... Aynı zamanda Yusuf dediğinde de doğru idi.

İkincisi ise, ayıplarından birini örtmek, günahlarından birini bilip de kalbindeki kıymeti düşmesin diye gizlemesini istemesidir. Bu da mubahtır. Çünkü çirkinleri örtmek caizdir. Bu hususta perdeyi yırtmak, çirkini göstermek caiz değildir. Burada kandırma yoktur. Aksine bu, bilinmesinde fayda olmayan bir bilginin yolunu kapatmaktır. Tıpkı idareciden içki içtiğini gizleyip, muttaki olduğunu ona telkin etmeye çalışmayan bir kimse gibi... Zira kişinin 'ben muttakîyim' demesi kandırmak olur. Fakat içki içtiğini söylememesi muttaki olmasını gerektirmez. Sadece içtiğinin bilinmesini istememiş olur. Yönetici kendisi hakkında güzel inanca sahip olsun diye kişinin onun huzurunda güzelce namaz kılması da mahzurlu kısımdandır. Çünkü böyle yapmak riyâ ve adam kandırmaktır; zira böyle yapmakla adama Allah'tan korktuğu, hâlis kimselerden olduğu imajını vermektedir. Bu ise riyakârlık ve gösteriş yapmaktır.

Bu takdirde bir insan nasıl ihlâs sahibi olabilir? Dolayısıyla bu şekilde mevki istemek haramdır. Günah ve mâsiyetle mevkî istemek de haramdır. Bu hareket, haram mal kazanmaktan zerre kadar farklı değildir. Nasıl ki karşılıksız veya başka bir dalavere yapıp başkasının malını elde etmek caiz değilse, o kişinin kalbini tezvir ve kandırmak yoluyla mevkî elde etmek de caiz değildir; zira kalpleri mülk edinmek, malları mülk edinmekten tehlike yönünden daha büyüktür!