5.Rütbe Düşkünlüğünün Tabiaten İnsana Sevimli Gelmesi ve Kalpten Ancak Zorla Sökülebilmesinin Sebebi

Rütbenin güzel olmasını gerektiren sebep, altın, gümüş ve diğer mal çeşitlerinin güzel olmasını gerektiren sebebin aynısıdır. Miktarda eşit oldukları zaman altının gümüşten daha sevimli ol-ması gibi aynı sebepten, rütbenin de maldan daha sevimli olması gerekir. Şöyle ki: Dinar ve dirhemlerin bizzat kendilerinde hiçbir maslahat ve faydanın olmadığını bilirsin. Çünkü ne yenir, ne içilir, ne de giyilir. Bu bakımdan taş ile aynı derecededirler. Fakat onlar bütün sevilen şeylerin vesilesi ve şehvetlerin yerine getirilmesine vasıta olduklarından dolayı sevilirler. Rütbe de böyledir. Çünkü rütbenin mânâsı, kalpleri elde etmek demektir. Nasıl altın ve gümüş insanoğlunu diğer hedeflerine vardıracak bir kuvvet ifade ediyorlarsa, hür kimselerin kalplerini elde etmek, onları hizmetçi yapmak da insanoğlunu bütün hedeflerine vardıracak bir kuvvete mâlik kılar. Bu bakımdan sebepte ortaklık sevgide ortaklığı gerektirir. Rütbeyi mala tercih etmek ise, rütbenin maldan daha sevimli olmasını gerektirir. Rütbe mülkünün, mal mülküne tercih edilmesi üç şeyden ileri gelir:

Birincisi

Rütbe ile mal elde etmek, mal ile rütbe elde etmekten daha kolaydır. O halde âlim veya rütbe sahibi eğer mal edinmek isterse daha kolay olur; zira kalp sahiplerinin malları kalpler için müsahhardır. Hakkında kemâl sıfatına inandığı kimseye verilir. Hasis kişi, kemâl sıfatıyla sıfatlanamaz, bir hazine bulduğu zaman -malını koruyacak bir rütbesi yoksa ve bu mal ile rütbe elde etmeye teşebbüs ederse- muvaffak olamaz. Bu bakımdan rütbe, mal edinmek için âlet ve vesiledir. O halde, rütbeyi elde eden malı da elde etmiştir. Malı elde eden ise, her zaman rütbeyi elde edemez. Bunun için rütbe, maldan daha sevimlidir.

İkincisi

Mal, felâketlere ve telef olmaya mâruzdur. Meselâ çalınır, gasbedilir, padişah ve diktatörlerin pây u mâl etmesine mâruz kalır. Malda bekçilere, koruyucuya ve depolara ihtiyaç vardır. Buna rağmen birçok tehlikelere mâruz kalabilir.

Kalplere gelince, elde edildikleri zaman, bu âfetler onlar için sözkonusu değildir. Kalpler sağlam depolardır. Hırsızlar oralara giremez, yağmacı ve gaspçıların elleri oralara uzanamaz, Malları ve gayr-i menkulleri insana temin ederse de bunların gasbedilmesinden ve zulmen alınmasından insan emin olamaz! Çünkü korumaktan müstağni değildir.

Kalplerin hazinelerine gelince, onlar kendiliklerinden korunmuştur. Rütbe ve mevkî kalplerde, gasbedilmekten, çalınmaktan emindir. Kalpler ancak değiştirmek, halin çirkinleşmesi ve tasdik ettiği kemâl sıfatları hakkında inancının bozulmasıyla gasbolunurlar. Bunun da defedilmesi pek kolaydır ve bu teşebbüse girişen rahatlıkla da muvaffak olamaz.

Üçüncüsü

Zahmet ve yorgunluk çekilmeksizin kalplerin mülk edinmesi başka kalbe sirayet eder, gelişir ve artar. Çünkü kalpler bir şahsa itâat ettikleri, onun ilim, amel veya başka bir sıfattan dolayı kemâline inandıkları zaman, şüphesiz diller kalplerdeki düşüncenin tercümanı olurlar. Onları açıkça belirtirler. Bu bakımdan başkasına da inandığını vasıflandırır ve başkasının kalbini de avlar. Bu mânâdan dolayı tabiat, şöhretinin ve isminin yayılmasını ister. Çünkü bu durumu, memleketlere dağıldığı zaman milletin kalbini avlar. O kalpleri şöhret sahibine itaat ve tâzim etmeye dâvet eder. Böylece biri diğerine bakarak tâzimde bulunur ve durmadan fazlalaşır. Oysa üzerinde durulacak belli bir fert de yoktur.

Mala gelince, maldan herhangi birşeyi edinen onun sahibidir. Onu yorgunluk, zorluk çekmekle artırıp temin edebilir. Rütbe ve mevkî ise daima kendiliğinden artar. Onu durduracak bir engel de yoktur! Mal ise durgundur. Bunun için rütbe ve mevkî büyüdükçe, şöhret yayıldıkça halk övgüsünü yaptıkça buna karşılık malları hakir görür.

İşte bunlar rütbenin, mala tercih edilmesinin sebeplerinin hulâsasıdır. Bunlar tafsil edildikçe tercih yönleri artar.

Soru: Müşkilât hem malda, hem de rütbede vardır. Bu bakımdan insanoğlunun mal ve rütbeyi sevmesi uygun değildir! Evet! Zararın define, faydanın gelmesine yarayan miktar malûmdur. Tıpkı yemek, mesken ve elbiseye muhtaç olan veya herhangi bir felâkete yahut da hastalığa müptelâ olup, onu ancak mal ile kaldırabilen bir kimse gibi... Bu kimse, o felâketi nefsinden, ancak mal ve rütbe ile defedebilir. Bu bakımdan onun mal ve rütbeyi sevmesi malûmdur; zira insanın kendisiyle hedefine ulaştığı şey de güzeldir. Tabiatlarda bunun ötesinde garip bir durum vardır. O da mal toplama sevgisi, hazineler yığması, zehirleri toplaması, bütün ihtiyaçlardan sonra fazlasıyla hazinelerin edinilmesidir. Öyle ki eğer kulun altın dolu iki vâdisi varsa, muhakkak üçüncüsünü ister. Böylece insanoğlu rütbesinin yükselmesini, şöhretinin hayatında hiç ayak basamayacağını ve insanlarını göremeyeceğini bildiği memleketlerin en ücra köşelerine kadar yayılmasını sever ve ister ki oranın insanları onu tâzîm etsinler veya mallarını hayır ve hasenat niyetiyle ona versinler veya herhangi bir gayesinde ona yardımcı olsunlar. Böyle yapmalarından ümitsiz olmasına rağmen yine de şöhretinin buralara yayılmasından son derece zevk almaktadır. Bunun sevgisi, tabiatta vardır. Bu istek, cehalet sayılmaya yaklaşır. Çünkü bu, öyle birşeyi sevmektir ki ne dünyada, ne de ahirette faydası vardır.

Cevap: Evet! Bu sevgiden kalpler ayrılamaz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi açıktır. Herkes onu idrâk edebilir. İkincisi gizli ve iki sebebin de en büyüğüdür. Fakat en incesi, en gizlisi ahmakların değil, zeki kimselerin bile zihinlerinden en uzağıdır. Çünkü nefiste bulunan gizli bir damardan, tabiatta örtülü bulunan bir huydan yardım alır. Öyle ki dalanlar bile o gizli damara vâkıf olmamak-tadırlar.

Birinci Sebep

Birinci sebep, korku elemini defetmektir. Çünkü korkak bir kimse, su-i zan hastalığına müptelâdır. İnsanoğlunun her ne kadar hal-i hazırda serveti kendisine kifayet ediyorsa da onun uzun emeli vardır. Kalbine, kendisine kifayet eden mal çoğu zaman telef olur düşüncesi gelir. Dolayısıyla başkasına muhtaç olur. Bu vesvese insanın kalbine geldi mi, kalpte korku belirir. Korkunun elemini başka bir malın varlığıyla meydana gelen emniyet siler. Eğer hâl-i hazırdaki malına bir belâ isabet ederse, öbür mala sığınır. Bu bakımdan bu kimse daima nefsi için korktuğundan ve hayatı sevdiğinden uzun hayatı ve ihtiyaçların hücumunu takdir eder, afetlerin mallara isabet etme imkânını hesaba katar ve bundan korku hisseder. Korkusunu kaldıracak birşey arar. O da malın çokluğudur ki malının bir kısmı belli bir miktarda durmaz. Dolayısıyla böyle bir korkunun dünyada olan her şeyi mülk edininceye kadar durması sözkonusu değildir ve bunun için de Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:

İki tür aç kimse vardır ki doymazlar: İlmin açlığını çeken, malın açlığını çeken!
Bu illetin benzeri, vatanından ve memleketinden uzak olanların kalplerinde rütbe ve mevkî sevgisinde de geçerlidir. Çünkü kişi kendisini vatanından uzaklaştıracak veya öbür insanları vatanlarından uzaklaştırıp kendi vatanına getirecek herhangi bir sebebi hesaba katmaktan bir türlü kendisini kurtaramaz! Dolayısıyla okuların yardımına muhtaç olacağını hisseder. Bu duygu mümkün oldukça, kişinin onlara muhtaç olması açıkça muhal sayılmadıkça, nefis için onların kalplerinde mevkî edinmekten zevk almak sözkonusu olur. Çünkü böyle bir mevkî sayesinde yukarıda bahsedilen korkudan emin olmak vardır.

İkinci Sebep

Bu, en kuvvetli sebeptir ve oda şudur: Ruh, rabbânî bir emirdir. Allah Teâlâ, onu rabbanî bir emir olmakla vasıflandırmıştır.

Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: 'Ruh, rabbimin emrindendir ve size ilimden ancak az birşey verilmiştir'.(İsra/85)

Ruh'un rabbanî oluşunun mânâsı şudur: Ruh, mükâşefe ilimlerinin sırlarındandır. Onu izhar edip belirtmekte ruhsat yoktur; zira Hz. Peygamber (s.a) onu belirtmemiştir. Fakat sen bunu bilmeden önce, biliyorsun ki kalbin yemek ve cinsî ilişki gibi behimî sıfatlara; eziyet etmek, vurmak ve öldürmek gibi yırtıcı sıfatlara, fesadlık, kandırma ve hile gibi şeytanî sıfatlara, yücelik talep et-mek, cebretmek, azîz olmak ve kibir gibi rububiyet sıfatlarına meyli vardır. Bunun hikmeti de şudur: Kalp, izah ve tefsir edilmesi uzun uzadıya süren çeşitli asıl ve unsurlardan müteşekkildir. Bu bakımdan kalp, içinde bulunan rabbânî emirden dolayı tabiî olarak rubûbiyyeti sever. Rubûbiyyet'in mânâsı, kemâlde bir olmak, istiklâl yoluyla varlıkta farklı olmaktır. O halde kemâl, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır ve bu bakımdan tabii olarak insanoğluna güzel gelir. Kemâl'e ermek ise varlıkta müstakil olmakla olur. Çünkü varlıkta ortaklık, şüphesiz eksikliktir. Bu bakımdan güneşin kemâli, tek başına olmasındadır. Eğer onunla beraber ikinci bir güneş olsaydı, bu durum güneş hakkında bir eksiklik olurdu. Çünkü güneşlik mânâsındaki kemâl de tek başına olmazdı. Varlıkta müstakil olan Allah Teâlâ'dır; zira onunla beraber ve ondan başka bir varlık yoktur. Çünkü O'ndan başkası O'nun kudretinin eserlerinden bir eserdir.

O eserin, zatı itibariyle kıvamı (varlığı) yoktur. Aksine o, Allah ile kaimdir. Bu bakımdan O'nunla mevcut değildir. Çünkü beraberlik, rütbede eşitliği gerektirir. Rütbede eşitlik ise, kemâlde eksikliktir. Hatta kâmil, rütbede benzeri olmayandır. Nasıl ki güneş ışınlarının ufkun etrafında parlaması, güneşte bir eksiklik olmayıp, aksine onun kemâlinin cümlesinden ise ve güneşin noksanı; rütbede kendisine eşit olan ve varlığına ihtiyaç olmayan başka bir güneşin varlığına bağlı ise, tıpkı bunun gibi âlemde bulunan herşeyin varlığı kudret nûrlarının parlamasına dönüşür. Bu bakımdan o varlık, metbû değil de tâbidir. Oysa rubûbiyetin mânâsı, varlıkta istiklâl demektir. Bu da kemâldir. Her insan tabiatıyla kemâlde münferid olmayı sever ve bunun için de sûfi şeyhlerinden biri şöyle demiştir: 'Hiçbir insan yoktur ki onun bâtınında Firavun'un açıkça söylediği 'Ben sizin en yüce rabbinizim!' (Nâziat/32) sözü bulunmasın! Fakat insanoğlu, bunun revaç bulacağı bir fırsatı bulamamaktadır!'18

Bu söz, denildiği gibi doğrudur. Çünkü kulluk, nefsi kahret-mektir. Rubûbiyet, tabiî olarak sevilen bir şeydir. Rubûbiyet'in tabiî olarak sevilmesi 'De ki: Ruh, rabbimin ermindendir' (İsra/89) ayetinin işaret ettiği rabbanî nisbetten doğar. Fakat nefis, kemâlin zir-vesini idrâk etmekten aciz olduğu zaman, kemâl için olan şehveti düşmez. Bu bakımdan o, kemâli sever ve kemâli arzular. Kemâlin ötesinde bulunan başka bir mânâdan değil de zatından dolayı ondan zevk alır. Her mevcut zatını ve zatının kemâlini sever. Zatının yokluğu veya zatında kemâl sıfatlarının yokluğundan nefret eder. Varlıkta farklılık, teslim edildikten sonra, ancak kemâl, bütün mevcudatı istilâ etmektedir. Çünkü kemâlin en mükemmeli, sen-den başka bulunanın varlığının senden olmasıdır. Eğer o varlık senden değilse, eğer onları istilâ etmişsen, bu takdirde hepsini istilâ etmek tabiî olarak sevilir. Çünkü bu bir nevi kemâldir. Zatını bilen her mevcut zatını sever, zatının kemâlini sever ve ondan zevk alır. Birşeyi istilâ etmek, ancak onda tesir etmeye kâdir olmakla, istediği şekilde onu evirip çevirmekle mümkündür. Bu bakımdan insanoğlu ister ki beraberinde mevcut olan bütün eşyayı istilâ etsin. Ancak mevcud olanlar, Allah'ın zatı ve sıfatları gibi, haddi zatında tağyiri kabul etmeyen denizler, dağlar; denizlerin ve dağların altındaki şeyler, şeytanlar, cinler ve meleklerin nefisleri, göklerin melekûtu, yıldızlar ve felekler gibi bozulmayı kabul eden, fakat halkın kuvvet ve kudretinin istilâsına mâruz kalmayacak olan yer, yerin parçaları, yerin üzerindeki madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi kulun kudretiyle bozulmayı kabul eden kısımlara bölünmektedir. İnsanoğlunun kalbi, değişiklik ve bozulmayı kabul eden kısımdandır. Çünkü kalpler, insanların ve hayvanların bedenleri gibi, tesir altında kalıp bozulmayı kabul etmeye elverişlidir. Bu bakımdan varlıklar arızî olanlar gibi insanoğlunun kendisinde tasarruf etmesi mümkün olan kısım ile Allah'ın zatı, melekler ve gökler gibi insanoğlunun kudretinin dahilinde olmayan kısımlara ayrıldığından insan ister ki ilim ve göklerin sırlarına vâkıf olmakla gökleri istilâ etsin! Çünkü bu da istilânın bir nevidir; zira ilimle bilinen birşey, ilmin altına giren şey gibidir. Dolayısıyla âlim de onu istilâ etmiş olur ve bu sırra binaen kişi, Allah Teâlâ'yı bilmeyi, melekleri, felekleri, yıldızları, göklerin bütün acaipliklerini, denizlerin, dağların ve benzerlerinin bütün acaipliklerini bilmeyi ister. Çünkü bunları bilmek bir nevi istilâdır. İstilâ ise kemâlin bir nevidir. Bu ise, tıpkı acaip bir sanatı yapmaktan aciz kalanın, o sanattaki inceliğin bilgisine iştiyak duymasına benzer.

Meselâ kişi, satrancı yapmaktan acizdir. Buna rağmen kişi satranç oynamayı bilmek ister.19 Onun nasıl olduğunu bilmek ister. Hendese veya hokkabazlıkta acaip bir sanatı görüp veya ağır birşeyi çekmek veyahut başka bir hususu görüp nefsinde onu yapmak hususunda aciz ve kusurlu olduğunu hisseden bir kimse, buna rağmen bunun keyfiyetini bilmeyi merak eder. Her ne kadar âciz ise de ilmin kemâliyle lezzetlenip duygulanır.

İkinci kısma gelince, Ademoğlunun istilâ etmesine kudretli bulunduğu yerdeki şeylerdir. İnsan bunları istilâ edip tasarrufu altına almak ister ki kendisine müsahhar olsunlar, işaret ve ira-desine bağlı bulunsunlar. Çünkü böyle olmalarında istilânın kemâli ve Rubûbiyet sıfatlarına benzerlik vardır. Kalpler ancak sevgi ile müsahhar olurlar. Sevmek de ancak kemâl inancından doğar. Çünkü her kemâl sevimlidir; zira kemâl, ilâhî sıfatlardandır. İlâhî sıfatların hepsinin de güzel olması tabiîdir. Çünkü rabbânî mânâ, insan mânâlarının içinde vardır. Öyle bir mânâ ki ölüm onu çürütüp yok etmez! Toprak ona musallat olup onu yemez; zira o, iman ve mârifetin merkezidir. Allah ile mülâkata varan ve o mülâkata doğru çaba sarfeden odur. Durum bu iken rütbenin mânâsı; kalpleri müsahhar kılmaktır. Kalplerin kendisine müsahhar olduğu kimsenin kudreti ve kalpleri istilâ etme gücü vardır. Kudret ve istilâ ise kemâldir. Kemâl de rubûbiyet sıfatlarındandır. Bu bakımdan tabiî olarak kalbin isteği, ilim ve kudret ile meydana gelen kemâldir. Mal ve rütbe ise, kudretin sebeplerindendir. Ne malûmatın sonu, ne de kudretin dahilinde olanların sonu vardır. Bir mal veya makdur devam ettikçe şevk durmaz. Eksiklik ortadan kalkmaz. Bu sırra binaen Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: İki aç vardır ki doymazlar: Mala karşı aç olan ile ilme karşı aç olan'. O halde, kalplerin isteği kemâldir. Kemâl de ilim ve kudretle meydana gelir.Buradaki değişik dereceler sayılmayacak kadar çoktur. Bu bakımdan her insanın sevinci ve zevki, idrâk ettiği kemâl nisbetindedir.

İşte ilim, mal ve rütbenin sevimli olmasındaki sır budur. Bu sır, ilim, mal ve rütbenin, zevklerin elde edilmesine vesile olduk-larından dolayı sevilmesinin ötesinde bir sırdır. Çünkü bu sır, zevklere ulaşamasa bile yine de kalmaktadır. Hatta insanoğlu, kendisini gayelerine ulaştırmayan ilimleri de sever. Bazen in-anoğlunun elinden birtakım gaye ve zevkleri çıkar. Fakat insan tabiatı bütün acaiplikler ve müşkilâtlarda ilmi talep etmeyi gerektirir. Çünkü ilimde malûmu (bilineni) istilâ etme mânası vardır. Bu ise rubûbiyet sıfatından olan kemâlin bir nevidir. Bu bakımdan tabiî olarak sevilir. Ancak ilim ve kudret kemâlinin sevgisinde birtakım yanlışlıklayüz fen) mânâsına gelen bir kelimeden Arap diline nakledilmiştir. Vâzı Hindli bir hakimdir. Hindli bir padişah için yapmıştır. Şâfiî'ye göre ibadetleri geçirmemek şartıyla satranç oynamak mübahtır.r vardır. Allah'ın izniyle onları belirtmek gerekir.

___________

18) Bu sözle, İbn Lâl'in Mekârim 'u1-Ahlâk 'ta Câbir'den rivayet ettiği mânâ uzlaşır. 'Ceberrût kalptedir' ve 'Zulüm nefiste saklıdır. Acizlik onu gizler. Kudret de onu açığa çıkarır!' meşhur sözleri bu söz ile telif olunur. (İthaf us-Saade, VIII/243)
19) Satranç Farsça'daki 'Sedrenk' (