TİCARÎ AHLÂK ÖLÇÜLERİ

Vaz geçilmez ihtiyaçların baskısı altında bulunan insan, muhtaç olduğu şeyleri değişik yollardan temine çalışmaktadır. Bunların başında, en haysiyetli kazanç yolu bulunan "Ticaret" gelmektedir. İster malı para ile mübadele şeklinde olsun, isterse arazisinde yetiştirdiği veya fabrikasında imal ettiği şeyleri piyasaya arzetmek suretiyle olsun, ticaretin insan hayatındaki yeri ve değeri inkâr olunamaz. Bu isim ile anılan kazanç yolu, her zaman ve her yerde geçerlidir.

Hayatın bu istikametteki seyrine ayak uyduran fertler ve milletler; terakkinin usûlünü kavrayarak zenginleşmişler ve müreffeh bir hayat seviyesine ulaşmışlardır. Bu prensipleri görmezlikten gelen toplumlar, iptidâîliklerin zorlukları içinde bocalamışlar ve iktisaden kalkınmış milletlerin sömürgesi olmaktan kurtulamamışlardır. Rızık yollarının onda dokuzunun ticarette olduğuna işaret eden hadis
i şerif, alışveriş yolu ile kazanç elde etmenin ehemmiyetini perçinlemiş olmaktadır.

Faydasına ve zaruretine kısaca işaret ettiğimiz ticareti, hem ekonomik bilgi ve belgelere, hem de İslâm'ın şaşmaz ve şaşırtmaz ölçülerine uygun bir şekilde yürütmeye dikkat etmelidir. İkitisadî usûllere riayetsizlik, arz ve talep kaidelerine dikkat etmeyiş ve hangi malın hangi pazarda müşteri bulabileceğini bilmeyiş, başarısızlığa; dinimizin ticaretle alâkalı hükümlerini öğrenmemek de helâl olmayan ve hoş karşı-lanmayan kazanç yollarına sapmaya sebep olur.

Kazancın meşru olmasına dikkat, para kazanma arzusunun önünde olmalıdır. Elde edilecek "kâr"ın meşrû olmasını, sermayemizi artırma hevesinin önünde tutmalıyız. Âhiret hayatının sorumluluğuna inanan bir müslüman; haram malın azabı bulunduğunu, helâl kazancın hesabı olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır. Değişmez bir prensip haline gelen bu düşünce, ihtirası gemleyen en kuvvetli ahlâkî müeyyidedir.

Dürüstlüğü şiar edinen tüccar, yürüttüğü işi ahlâkî esaslara ters düşmeyecek şekilde icra etmelidir. Kişi, kendi kârını düşündüğü gibi, alıcı veya satıcı olarak karşısına gelen şahıslara zarar vermekten sakınmalıdır. Âtiyi gören ve âhiret hayatının sorumluluğundan korkan bir insanın takip etmesi gereken en doğru yol budur. Bu gerçeği görmezlikten gelip, kâr peşinde koşarken "ar"ı terk etmek ve maddi ahvâlini düzeltmek isterken ticaret ahlâkını bozmak medeni insana asla yaraş-maz.

Ticaret ahlâkı denildiği zaman; dürüst, doğru ve güvenilir bir tâcirde bulunması gereken ahlâkî faziletler hatıra gelmelidir. Bu meziy-yetleri kendinde toplayan bir kimse, hem maddi kazanç temin eder hem de Cenâb-ı Hakk'ın ve insanların sevgisini kazanmakta başarılı olur. Ticarî hayatta doğruluğu ve halkın itimadını kazanmayı şiâr edinen bir mü'min, her tuttuğu işte, yüz aklığı ile helâl kazanç elde etmeyi başarmış olur. Kazandığı zaman şımarmaması, zarara uğradığı vakit hileli yollara sapmaması ile Rabbimizin rızasını ve insanların hoşnutluğunu kazanmış olur. Bu değerli vasıfları kendisinde toplayan "Doğru ve güven duyulan bir tacir; sıddıklar ve şehitler ile beraber (cennete girecek) dir" (1).


Ticaret ahlâkının en başta gelen umdesi, acıma hissini menfaat düşüncesinden üstün tutmak, her yönde kolaylık göstermeyi alışkanlık haline getirmek ve insanlara faydalı olmayı onlardan faydalanma fikrine tercih etmektir. Ticaret sahasında halka kolaylık gösteren bir mü'min, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) 'in "Sattığı zaman, satın aldığı vakit ve (alacağını) istediği sırada kolaylık gösteren adama Allah mer-hametle muamele etsin" duasına lâyık olur (2).

Ticaret ahlâkı ile ilgili şu hususlara dikkat etmemiz gerekir:

a) Paranın gâye olmadığını, ancak alışverişi kolaylaştıran bir vasıta bulunduğunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalı, kanâatten uzaklaşıp ihtirasa kapılmamalı ve karşımızdaki insanı zarara uğratmamayı şahsî menfaatımızdan üstün tutmalıyız. İslâm dini, bu yüce haslete "hubbü ğayr" adını vermiştir. İhitirasımızı gemlemek ve meşrûiyet sınırlarını zorlamamak için en selâmetli yol budur.

b) Borcunu ödeme hususunda dürüstlükle tanınmış bir kimse, satın aldığı malın bedelini ödemekte zorluğa düşerse, onu sıkıştırıp da zor durumda bırakmamalı ve "eğer (borçlu), darlık içinde bulunuyorsa ona geniş bir zamana kadar mühlet (tanıyın). Sadaka olarak bağışlamanız, eğer bilirseniz, daha hayırlıdır" (3) emr-i ilâhisine uygun bir yol takip etmelidir. Hareketlerimize hakim olan ahlâkî seciyyemiz, her zaman ve her işte, bu istikamette olmalıdır.

c) İzahına çalıştığımız ticarî ahlâkın korunmasında dikkat edilecek mühim bir cihet de alış-veriş sırasında yemin etmeye özenmemektir. Söylediği söz doğru olsa bile, yeminle kazanç çoğaltma çığrını açmamalıdır. Yemin, karşı tarafın iknâı için başkaca yol kalmadığı zaman veya muhâkeme sırasında hakimin teklifi üzerine yapılabilir. "Yemin, mal için sürüm sağlarsa da bereketi giderir" (4). Sorumluluk getirecek bir davranışa karşı bizleri uyaran Resûlüllah (s.a.v.), "satış sırasında yemin etmekten sakının. Çünkü bu, (önce) kazancı geliştirir, sonra be-reketi giderir" (5) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın mübarek ismini ka-zanç teminine alet etmek, gâyeye erişme de her çareye baş vurmayı uygun bulan Makyevel'in nazariyesine mağlup olmaktan kaynaklanmaktadır. Ahlâkı ihmal eden kazanç, Allah'ın inayetinden uzak kalma-ya sebep olur.

d) Tanıdığımız bir kimse, başka bir satıcının dükkânı veya sergisi önünde bulunurken onu dükkânımıza çağırıp dil dökerek ve mahcubiyet duygusu içinde bırakıp mal almaya zorlamamalıdır. O, kendi irad-si ile ticarethanemize geldiği zaman "buyrun" demeli ve gereken ilgiyi bundan sonra göstermelidir. Bu ölçüye ters düşen bir davranış, etrafımızdaki ticaret erbâbı üzerinde menfi bir tesir icra eder ve "Bizim müşterilerimizi caydırıyor" vehmini uyandırır. "Para kazanayım" derken piyasadaki itibarını kaybetmek, ticaret ahlâkını ayaklar altına atmak olur. Alışveriş ile meşgul olan kimselerin en değerli hasleti olan "tica-ret ahlâkı" zâyi olursa, maddi kazanca karşılık, mânâ planında zarar etmiş olur.

Tarihlere şeref kazandıran ecdadımız, "Evvela canan sonra can" prensibini benimsedikleri için, sabahleyin dükkânına ilk gelen müşteriye müstesna bir ilgi gösterirler ve ona münasip bir ikramda bulunurlarmış. Müşteriyi "Cenâb-ı Hakk'ın takdir ettiği rızkı kendisine ulaştıran kişi" olarak görür, onu veliyyi nimet kabul eder ve riyâya kaçmayan bir saygının en asilini ona karşı bezlederlermiş.

Onlar eline geçen müşteriyi, sömürmeyi değil, memnun etmeyi ön planda tutmuşlar; bir miktar mal alan kimseye, komşusu bulunan esnafı göstererek, "Ben sizden yeteri kadar kâr elde ettim. Şu komşum he-nüz siftah etmedi. Satın almak istediğiniz malın bir kısmını da ondan alınız" diyerek göz tokluğunun asırlardır pörsümeyen örneklerini vermişlerdir.

İbret dürbünü ile mazimizin mefahirini seyrettiğimiz ve bir de bu günkü perişan halimize baktığımız zaman, şâirin haklı olarak sorduğu, "Nemiz kalmış fezâilden, Nemiz eksik rezâilden?" sorusunu tekrarlamak ihtiyacını duyuyoruz. Uyanmamıza vesile olur düşüncesi ile sözlerimizi bir hadisi şerif meâli ile tamamlamak isteriz: "Biriniz, kendi nefsi için sevdiğini (din) kardeşi için sevmedikçe (hakkıyla) iman etmiş olmaz" (6).

(1) Tuhfetü'l-Ahvezî, c. 4, sh. 399.
(2) et-Tâc, c. 2, sh. 181.
(3) Sûre-i Bakara, 280.
(4) Buhârî, c. 3, sh. 12.
(5) İbni Mâce, c. 2, sh. 745.
(6) Feyzü'l-Kadir, c. 6, sh. 442,