ARİYET MALDAN FAYDALANMA

İnsanoğlunun hayatî ehemmiyeti hâiz birçok sıkıntıları olmakta ve kişi kendi maddî imkânları ile bunların altından kalkamamaktadır. Zorluklar içinde kıvranan bir ferdin sıkıntısını gören vicdanlı bir insan, bu şahsın onurunu zedelemeden ve İslâmî ölçülere uygun olarak kendisine yardımcı olmak ister. Onun derdine merhem olmakla hem dinî bir vecibeyi ifâ etmiş, hem de medenî bir vazifeyi yerine getirmiş olacağına inanır. Allah'a kulluk vazifesi ile halka faydalı olmayı bir araya getiren hizmetlerden biri de "Âriyet" olarak verdiği maldan insanları faydalandırmaktır.

Ariyet, mülkiyeti kendisinde bırakma suretiyle, bir malın menfaatini bir şahsa temlik etmektir. Bu lafız, "Fıkıh" ilmi ıstılahına göre ele alındığında "Menkul veya gayri menkul bir maldaki menfaati, rücûu kabil olmamak üzere, içinde bulunduğu zamanda ve bedelsiz olarak bir şahsa temlik etmektir" şeklinde tarif ve izah edilmektedir.

Bu izahtaki "Rücûu kabil olmamak üzere" kayd-i ihtirâzisi ile, "Hibe" tarifin dışında bırakılmış olmaktadır. "İçinde bulunduğu zaman" kaydı ile "Vasiyyet", "Bedelsiz olarak" ifadesi ile de "İcâre" tarifin dışında tutulmuş olmaktadır. Belirli bir zaman veya gayri muayyen bir müddet faydalandıktan sonra, geri verilmesi gerektiğine dair hüküm dikkate alındığı zaman, ariyetin "emanet'e benzediği görülmektedir. Meselenin derinliğine inildiği zaman, mantık ilmine göre, her iki mefhûmun arasında "Umûm husus mutlak" bulunmaktadır. Yani, her âriyet bir emânet ise de, her emânet bir âriyet değildir.

Âriyet işinin İslâm hukuku yönünden meşrûiyet kazanması, icap ve kabul hükümlerinin yerine getirilmesine bağlıdır. Şöyle ki: İki kişiden biri teklif yapacak, diğeri de bunu kabul etmiş olacaktır. Meselâ bir hayırsever, iyilik yapmak istediği bir kimseye, "Şu malımı âriyet olarak sana verdim" dese, muhatabı da "Kabul ettim" sözü ile mukabele etse icap ve kabul rükünleri sarahaten yerine gelmiş olur. Kendisine iyilik yapılmak istenen şahıs, bir şey söylemeden bu malı alacak olsa, teklif sarahaten yapılmış, kabul işi de delâleten yerine gelmiş olur.

Bahsi geçen teklif, o maldan faydalanma arzusunda bulunan şahıstan gelse ve "Şu malını âriyet olarak bana ver" dese, mal sahibi de bir şey söylemeden o şeyi istekte bulunan şahsa vermiş olsa, o kimse de bir şey söylemeden bu malı alsa, aralarında "teâtî" (yani, alıp ver-me) yolu ile iârenin rükünleri yerine gelmiş olur. Zira bu gibi alıp vermeler, halk örfünde, konuşma makamında cereyan etmektedir. Bu sebeple, şekli açıklanan alıp verme, iârenin meşrûlaşmasında mesned olarak kabul olunmuştur.

Muhatabının malından âriyet yol ile faydalanmak isteyen şahıs, bu istikamette bir teklifte bulunsa, mal sahibi de sükut edip hiçbir şey söy-lemese, iârenin rükünleri yerine gelmiş olmaz. Çünkü iâre muamelesinden mal sahibinin sükutu, o kimse tarafından yapılmış bulunan tek-lifi kabul sayılmaz. Zirâ bu malın verilmesi mal sahibi için bir hâcet değil, ancak bir fazilet muamelesidir. Onun sükutunu rıza gösterme sanarak istek yaptığı malı alacak olsa gasp etmiş ve haksızlıkta bulunmuş olur. Mârız-ı hâcette olmayan sükut, rıza sayılmamıştır.

Yapılacak bir âriyetin sahih olması için bir takım şartlar bulunmaktadır. Bunların bir Kısmı, malını âriyet olarak veren şahsa; bir kısmı, o şeyi alan kimseye veya âriyet olan mala ait şartlar olmaktadır. Şöyle ki:

a) Bahsi geçen malı verenin de alacak olan şahsın da akıllı ve mümeyyiz olmaları lâzımdır. Binaenaleyh mecnunun veya zararı yarardan, hayrı şerden ayırt edemiyecek yaştaki çocuğun âriyet alıp vermesi geçerli değildir. "Büluğ çağına erişmiş olma" şartı bulunmadığı için, iyiyi kötüden tefrik edebilecek yaş ve baştaki bir çocuğun "âriyet vermesi de alması da caizdir.

b) Âriyet veren şahsın, verdiği malın menfaatına mâlik olması şarttır. Bu şart bulunmadıkça yapılan âriyet geçersizdir.

c) Âriyet olarak verilen malın, kendisi değil, ancak menfaati temlik edilmiş olmaktadır. Bu sebeple buğday veya ekmek gibi yiyecekleri "âriyet" diyerek vermek, ancak borç olarak ita etmek olur. Çünkü bunlar istihlâk edilmedikçe kendilerinden faydalanmak mümkün değildir. Halbuki âriyet olarak alınan bir maldan zarara sebep olmadan faydalanılması ve sonunda sahibine iadesi şarttır. Bu lâzimeye işaret eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Âriyet (bir mal, sonunda sahibine) verilecektir. (Sütünden faydalanmak üzere alınan) sağmal hayvan, (sâhibine) geri verilecektir. Borç, ödenecektir. Kefil, (kefâlette bulunduğu) borcu ödeyecektir"(1).

d) Âriyet olarak verilen bir şeyde ücret veya herhangi bir karşılık şart koşulmaması gerekir. Bir bedel verilmesi teklif edilecek olursa, âriyet değil, "İcâre" muamelesi yapılmış olur. İâre yolu ile bir menfaata nail olan kimse, ona meccânen mâlik olmaktadır. Binaenaleyh, mal sahibinin sonradan ücret talebinde bulunması, İslâmî ölçülere aykırı bir davranış olur.

At ve benzeri bir hayvanı âriyet yolu ile alıp faydalanan kimse, bunların yemini ve suyunu vermek zorundadır. Çünkü bahsi geçen bineklerden meccânen faydalanan, istifade ettiği hayvanın yemini temin etmekle mükellef bulunmaktadır.

Âriyet, hibeden farklı bir yardım şeklidir. Bu sebeple, bir şeyi iâre yolu ile bir şahsa veren kimse, dilediği zaman o malı geri isteyebilir. Çünkü "iâre", vacip olan bir akid değildir. İster mutlak bir ifade ile, isterse muvakkat bir zaman tesbit etmek sûretiyle verilmiş olsun, hüküm bakımından aynıdır. Ancak zamanı belirtilen bir iâre muamelesinde, belirtilen müddet dolmadan, âriyeti geri istemek mekruh görülmektedir. Çünkü bu hareket, yapılan bir vaade muhâlefete benzemektedir.

Cemiyeti teşkil eden fertlerin arasında servet yönünden baş döndürücü farkların bulunması, çaresizlik içinde kıvranan fakirler üzerinde menfi tesirler icrâ eder. Kadere imanı zayıf, tevekkülü ve sabrı az olan insanların, bu farklılıktan etkilenmesi daha fazla olur. Zenginle fakirin arasındaki mâlî dengesizliği kapamak, servet düşmanlığını önler; işçi ile işveren, ganî ile yoksul arasındaki âhenkli bir hayatın doğmasına ve devamlılığına yardım eder.

Mücerret haldeki düşüncelerin müşahhas hâle gelmesi, İslâm dininin vaz ettiği zekât, sadaka-i fıtır gibi dinî vecibelerle; "Meniha" diye isimlendirilen ve sütünden faydalansın diye muvakkaten bir kimseye verilen sağmal hayvanlarla; âriyetler, iâneler ve hibelerle; sırf ahlâkî müeyyidelerden kaynaklanan ictimâî yardımlar ile mümkün olabilir.

Şu bir gerçektir: Seven sevilir ve acıyana merhamet olunur.


(1) Sünen-i Ebî Davud, c. 3, s. 297