ZİNA VE İÇTİMAİ MEZALİM

Düşününüz bir kere, zina ile birlikte daha nice sosyal zulüm ' örnekleri meydana çıkmaktadır? Ve bunların birbirleriyle olan bağlantılarının derecesi nedir? Madde madde gözden geçire lim:

1- Zâni, herşeyden önce, kendisini habîs hastalık (emrazı zühreviye) tehlikesine maruz bırakmaktadır. Bu şekilde, sadece bedenî kuvvetlerini sosyal hayatta faydalı olan işlere sarfetmemekle kalmaz; belki aynı zamanda içinde yaşadığı cemiyete va ileride gelecek olan nesle de zarar vermiş olur.
Belsoğukluğu (gonorroea) hakkında her tabip, her doktor şunu söyler:
Bu hastalık idrar yollarını yaralar ve oralarda iltihaba sebe­biyet verir. Bu gibi arızaların bir daha tamamiyle düzelmesi ve bahis mevzuu uzuvların eski haline dönmesi nadir hadiseler­dendir. Meşhur bir doktor şöyle diyor:
"Bir defa belsoğukluğuna yakalanan insan, daimî şekilde hasta demektir. Bundan hiçbir zaman kurtulamaz."
Bu hastalık, ciğerlere, mesaneye, husyelere ve diğer uzuvla­ra da, çok defa, zarar vermektedir. Mafsal ağrılarına ve mafsal şişmelerine sebep olur. Buna benzer talî hastalıklara zemin ha­zırlar. Belsoğukluğu, esas itibariyle bulaşıcı bir hastalık oldu­ğundan hasta ile temasta bulunanlara da geçer. Yine bu sebep­le kadınlarda kısırlığa yol açar.
Kolsoğukluğunu bir tarafa bırakalım, biraz da "frengi" den (syphilis) bahsedelim:

Frenginin insan vücudundaki tahribatı, onu nasıl zehirlediği, henüz bütün detaylariyle anlaşılmış değildir. Hastalığın zehiri, beştan tutunuz da, tâ ayak parmaklarının ucuna kadar, vücudun nüfuz etmedik hiçbir yerini bırakmamaktadır. Sadece yaka­ladığı insanların bedenî kuvvetleri, ortadan kaldırmakla kal­maz, aynı zamanda mahiyeti itibariyle kolayca bulaştığı için, kimbilir ne kadar insana geçmekte ve onlar vasıtasıyla da ayrıca binlerce kimseye sirayet etmektedir. Yani, hiçbir kabahati ve kusuru olmayan yavrular, babanın, annenin veya başka bir kimsenin bir dakikalık zevki uğruna daha nice korkunç neticelerle karşılaşır, bilir misiniz? Kör ve sağır doğanları, dilsizleri mi istersiniz? Akıldan noksan ve yarı deliler tümen tümen... Üstelik bir aileden diğerine, bir nesilden sonrakine geçmek suretiyle tahribatı yayılır. Yani, bir babanın veya herhangi bir kimsenin basit bir hareketi neticesinde bu zavallı insanlar bütün hayatları boyunca sıkıntı ve ıztırap içinde yaşamaya mahkûm edilmişler­dir.

2- Her zâninin mutlaka zührevî hastalıklara yakalanacağı iddia edilemez. Böyle olmakla beraber, hiçbir zâninin ahlâkî zafiyetten masun kaldığı görülmemiştir. Zira ahlâkî za'fiyet zi­nanın yakın arkadaşı ve ayrılmaz bir parçası hükmündedir. Tabiî, bunun arkasından, daha başka hastalıklar da birer birer sökün eder:

Hayâsızlık, dolandırıcılık, yalancılık, kötü niyet, basit istekle­re kölelik, nefsin arzuları karşısında mahkûmiyet hissi, boş dü­şünceler, serserilik, hercailik, sadakatsizlik ve buna benzer daha bir sürü hastalıklar, hep zinanın ahlâkî tesirleriyle doğar. Çünkü gayrimeşru ilişkilere alışan insan, bu gibi şeyleri bizzat kendi nefsinde uyguluyor demektir. Peki, yukarıda saydığımız özellikler, ilgili şahsın hususî hayatına ait hudutlar içinde müta­laa edilebilir mi? Elbette ki, hayır! Bu gibi davranışlar, yalnız kendisini değil, sosyal nizamın her yönünü, bir kelimeyle, cemi­yetin bütününü de tesiri altına alır. Yani, zina, cemiyeti meyda­na getiren fertlerin çoğunluğu arasında bir kere yaygın bir hal aldı mı, artık orada, sanat, edebiyat eğlence, sportif oyunlar, ilim, fen, sınaî hareketler, meslek ve iş hayatını ilgilendiren ça­lışmalar, sosyoloji, ekonomi, siyaset, adalet, askerî strateji, idarî rejim, özetle herşey, her iş, her faaliyet onun arkasına takılmak zorundadır. Ona göre sıraya girerler. Bilhassa cumhuriyetle idare edilen, parlamenter sistemin uygulandığı yerlerde, durum, daha değişik bir karakter kazanır. Çünkü parlamenter hayatın zorunlu neticesi olarak her vatandaş, fert fert, içinde bulunduğu ahlâkî formasyonuyla milletin yaşantısı üzerinde etkili bir role sahiptir. Zira böyle bir rejimle idare edilen memleketlerde, her­şey, vatandaşın fikrine ve isteğine göre cereyan eder. Daha doğru bir tabirle, hiçbir şeyin sabit ve belli bir nizam ve kanunu yoktur. Millet, fertlerden oluşmuştur. O halde, millet tarafından "iktidar"a getirilen hükûmet, ister istemez vatandaşların isteğine uyacaktır. Aksi takdirde böyle bir hükümet, elbette ki, iş başın­da kalamaz. Milletin işlerini daimî şekilde yürütemez.

3. Peki, bir toplulukta, kadınla erkek arasındaki gayri meşru ilişkiler "normal faaliyetlerden sayılırsa ne olur? Böyle bir dav­ranışın zorunlu neticesi, fuhşun, "kerhaneciliğin" ve pezevenkli­ğin cemiyet içinde kendiliğinden türemesi değil midir? Kerhane­ler, gerçekte, "kârhaneler"dir. Eğer birisi çıkar da, "Filân şahıs, sadece eğlenmek ve gönül avutmak için zina yapıyor. Böyle bir davranış aslında onun hakkıdır" derse, bu fikir, "Sosyal hayat­ta, hudutlara riayet etmeyen, ölçüleri aşan bir kadın sınıfının bulunması zorunludur" anlamına gelir.
Yani cemiyet içinde, belli bir kadın zümresinin böyle aşağı­lık bir hayata mahkum edilmesi, zillet ve bayağılığa sürüklen­mesi istenmektedir. Peki, bunun ne demek olduğunu hiç düşün­dünüz mü? Erkeklerle "gayrimeşru" münasebette bulunacak kadınlar nereden çıkacaktır? Bu cemiyetin içinden değil mi? Yoksa onlar gökten zembille mi inecektir? O halde, realite şudur ki, sözkonusu "fahişe'ler, bu cemiyet fertlerinin ya kızları, ya kardeşleri veya karılarından başka kimseler olmayacaktır. Evet, kadın evin "gülü;" ailenin "sultanı" ve bir şu kadar çocu­ğun terbiyecisi ve "yetiştiricisi" olacağı yerde, bunları bir tarafa itecek, çarşı ve pazarlarda kendisine bir yer edinecek, oturup bekleyecek, umuma açık tuvaletler misali, nefsini, serseri takımı­nın çöplüğü haline getirecektir. Böylece, her taraftan gelen aşa­ğının bayağısı tipler, bu kadınla yataruk seksüel ihtiyaçlarını gi­dereceklerdir. Şimdi düşününüz: Böyle bir durumda, bütün kadınlık vasıfları, kadınlığa ait asilâne özellikler nerede kalır? Hepsi, sabun köpüğü gibi, uçup gitmez mi? O halde ne duru­yorsunuz? Bari bu tip kadınları yetiştiren bir mektep açın! Orada kendilerine erkekleri avlamanın usullerini öğretin (!.) Memleketin "ihtiyaç" duyduğu "bayat et satıcısı" cins-i latifler yetiştirin (!) Öyle ki, bu kadınlar sevgi ve muhabbetlerine, gö­nüllerine, kalblerine ve vücudlarına, hatta güzelliklerine, her saat başı yeni "müşteri" arayıp dursunlar. İnsanlığa yararlı her­hangi bir işte çalışıp cemiyete birşeyler vermek yerine, ömür bo­yunca, etini bayağı tiplere, serserilere satarak onların seksüel arzularına âlet olsunlar.

4. Zinanın "meşru" sayılmasının en "küçük" (!) zararların­dan biri de, medenî hayatın temel özelliklerinden olan "nikâh"ı iptal etmesidir.
Evet, zina olayının, bazan nikâhla neticelenmesi mümkün­dür. Fakat bu, onun mahiyetini değiştirmez. Zina, yine di zina­dır. Yani böyle de olsa, gayrimeşruluğunu aynen muhafaza eder. Herşeyden evvel, gayrimeşru bir hayata alışmış bulunan kadın ve erkekler, tesadüflerin yardımıyla nikâhlansalar da, gerçek ve dürüst bir evlilik hayatının ne demek olduğunu kolay kolay anlayamazlar. Nitekim, birçok sebeplerden dolayı-meselâ kötü niyet, başkalarına bakmak, eğlence merakı, şura­dan buradan çöplenmek arzusu, serserilik ve benzeri haller-aralarında daimî bir huzursuzluk başgösterir, kavga ve dırıltı çıkar.

Hattâ bu tipler, çekici bir güzellikle karşılaştıkları zaman kendilerini koruyamazlar. Çok kolay tesir altında kalırlar. Bu zehir gibi öldürücü niteliklerin yanında, aile hayatının devamı için gerekli olan unsurlar bulunmadığından, bahis konusu evli­likler, genel olarak başarısızlıkla sonuçlanmaktadır. Güzel geçim, kadın erkek arasındaki gerçek sevgi ve bağlılık, karşılıklı güven duygusu, sadakat ve vefakârlık gibi üstün değerler, hatta eşler, kanunî formalitelere uygun evlilik bağlarıyla sımsıkı şekil­de çerçevelenmiş olsalar dahi, hiçbir zaman sağlam bir aile müessesesinin kurulmasına yeterli olmamaktadır. Durum böyley­ken, gerçek bir aile nizamının daimî neş'e ve zevkini teşkil eden istikbâlin üstün neslinin yetişmesi, elbette bir hayaldir. Şu da var ki, her nerede insanları "zina"ya götüren vesileler kolaylıkla elde ediliyorsa, orada medenî gelişme ve ilerlemenin yegâne unsuru olan "nikâh" nizamı, pratik bakımdan ve gerçek yönle­riyle sağlam değil demektir. Zira gayrimeşru ilişkilere alışmış bulunan insanların nefsanî egoizmine engel olucu veya bu gibi isteklerin disiplin altına alınmasını sağlayıcı imkânlar ortadan kalkmıştır. Esasen bu tipler, evliliğin sorumluluğunu duymaktan uzak oldukları için böyle bir yükü nasıl kaldırabilirler? Düşünül­mesi icap eden noktalardan birisi de işte budur!

5. "Zina"nın, "normal" bir hareket olarak cemiyet içinde ya­yılması sadece medeniyetin kökünü kazımakla kalmaz, bizzat insanlığın şeref ve haysiyetini de baltalar. Çünkü daha önce de ispat edildiği gibi, erkekle kadının serbestçe düşüp kalkması, buluşup görüşmesi, medeniyetin temel taşı demek olan "neslin devamı" ve "insan cinsinin bekası" için yapılması zarurî hizmet­lerin terk veya ihmal edilmesine, sadece seksüel heyecanların tatmininden başka birşeyin düşünülmemesine yol açar.
6. Şimdi, bir de, zina yoluyla dünyaya gelen çocukların du­rumunu gözden geçirelim:
Biliyorsunuz ki, bu tip çocukların "neseb"leri "belli" değildir. Birçok cahil, sersem ve budala insanların ileri sürdüklerinin akme, "neseb" konusunda, "helâl" ve "haram" prensiplerinin gö­zetilmesi işi, asla bir "cazibe" meselesi değildir. Böyle bir "dik­kat" in gerçekte birçok özellikleri vardır. Gayrimeşru ilişkilerin kötülüğü sadece dünyaya gelen çocuğa has değildir. Bu, aynı /amanda bütün insanlığa karşı işlenmiş gayet ağır bir zulüm­dür.
Herşeyden evvel, erkek tohumunun, kadının "rahm"ine geçişi esnasında, anne ve baba, tam manâsıyla hayvanî bir çekicili­nin zevkine kapılmış durumdadır. Biliyoruz ki, "evli" bir çiftin seksüel birleşme anındaki durumu, "nutfe"nin oluşmasında doğrudan doğruya etkilidir. Bunun için, nikâhlı eşlerin cinsî muame­le zamanındaki, hem fizikî ve hem de psikolojik hali ki bu hal, bütünüyle tertemiz insanî değerlere bağlıdır hiçbir vakit gayri meşru şekilde birleşenlerde bulunamaz. Çünkü orada, sadece behimîlik ve hayvanî duygular bahis konusudur. Yani gayrimeş-ıu münasebetlerde hareket noktası yalnız behimîliktir. Bu hissin, ileride, doğacak çocuğun ruh yapısı üzerinde tesirli olmayacağı kesinlikle iddia edilemez. Hatta çocuğun ruh muhtevası, zâni anne ve babanın, o andaki durumuyla orantılı olarak insanî de­ğerlerden uzaklaşabilir. Bunun içindir ki, gayrimeşru çocuk, anne ve babasının "hayvanlık cazibesi"ne vâris olacaktır. Üste­lik böyle bir çocuğun dünyaya gelmesini ne annesi, ve ne de babası istememektedir. Yani "piç" tabir edilen çocuklar, eşlerin arzusuyla, sevilerek ve istenerek dâvet edilmiş değildir. Belki hiç iteklenmeyen bir zamanda, birden-bire oluşan, ansızın ortaya çıkan, davetsiz bir misafir, bir yük ve bir beladır. Baba ile an­nenin arasına giren çekilmez bir felâket vasıtası... Demek olu­yor ki, baba, bu çocuğa karşı asla sevgi ve muhabbet besleme-yecektir. Hepsi bu kadarla bitse yine iyi. Bir kere çocuk babanın sevgi ve şefkatinden yoksundur. Sonra, böyle bir çocuğa, bir in­sanın baba olarak hizmet etmesi, onun için gerekli fedakârlıklarda bulunması da sözkonusu olamaz. O halde, bu çocuk, sadece bir tarafın, yalnız annesinin bakım ve ilgisine ter­kedilmiş olacaktır. Fakat zaten anne sözü geçen çocuğu istememekteydi. Dünyaya gelmesine razı değildi. Zahiren kendisine muhabbet gösterse, fedakârlıkta bulunuyormuş gibi davransa dahi, kalbî bir duygu ile ona bağlanması yine de mümkün de­ğildir. Üstelik çocuğuna nefretle bakacaktır. Çünkü istenmeksi­zin dünyaya gelmiştir.

Gelelim çocuğun büyükbaba ve büyükannesine, amcasına, dayısına ve diğer yakınlarına...
Gayrimeşru bir münasebetin neticesinde dünyaya gelen çocuk, tabiî olarak, onların sevgi ve ilgisinden de yoksun kala­caktır. Hiçbirinden, çok defa, en küçük bir ilgi görmeyecektir. Bu durumda, zina mahsulü çocuk, cemiyet içinde, bir nevi nok­san ve yarım insan muamelesi görecek demektir.
Ne kendisine doğru ve güzel bir ahlâk ve karakter sağlana­bilecek, ve ne de bu şartlar dahilinde kabiliyet ve istidadı geli­şebilecektir. Hatta, ileride, iyi bir tahsil ve terbiye görmesi, ce­miyete faydalı bir eleman haline getirilmesi için de hiçbir gayret sarfedilmeyecektir. Belki, binde bir istisnasiyle, bu saydıkları­mızla ilgisi olmayanlar bulunabilir. Fakat bu zavallı insanlar, genel olarak, cemiyetin desteğinden yoksun, yardımdan mah­rum, koruyucusuz ve babasız durumdadır. İçlerinde, binde bir nisbetindeki bir azınlığın, diyelim ki, medeniyetin gelişmesine faydası dokunsun. Bundan ne çıkar! Zira helâl yoldan gelmiş olanlarla mukayese edildikleri takdirde, sözü geçen "fayda" yine de aynı ölçüde değildir.
Kadın-erkek arasındaki seksüel ilişkilerin serbest bir şekilde cereyan etmesini savunanlar şöyle diyorlar:
"Çocukların bakım ve terbiyeleri için hükûmet mekanizması içinde, sırf bu işle uğraşan bir organizasyon olmalıdır. Anne ve babaları tarafından terkedilmiş bulunan yahut da terkedilmek istenen küçükler bu idare veya kurum tarafından bakılıp yetişti­rilmeli, böylece medeniyete faydalı unsurlar haline getirilmeli­dir."
Bu gibi kimselerin ve yukarıda özetlediğimiz şekilde düşü­nenlerin acaba gerçek maksadı nedir? Hemen cevap verelim:
Onlar, kadınla erkeğin serbestçe düşüp kalkmasını; birbirle­riyle hiç çekinmeksizin görüşmesini; evlenip aile yuvası kurmaktansa, "nikâh"ın sorumluluğundan uzak, nefsanî arzuların em­rinde başıboş bir hayat sürmesini istiyorlar.
''Nikâh" ve "aile" mefhumu olmaksızın neslim devam etmesini ve doğacak çocuk­ların bu şartlar altında yetişmesini arzu ediyorlar. Yani tek başı­na yaşamak için tepinip duruyorlar.
Fakat işin asıl garip tarafı, şu mevcut nesilden ziyade, "münferid"liğe değer ve kıymet veren sözkonusu insanlar, gelecek nesiller için öyle bir millî ve resmî terbiye sistemini öne sürüyor­lar ki, bu metodla, tek başına yaşamaya, gelişip ilerlemeye pra­tik bakımdan imkân yoktur. Kendilerine sorarsanız, böyle bir sistem sayesinde, yüzlerce, binlerce çocuk, aynı zamanda ve bir arada, ortak bir plân dahilinde, belli bir metodla, istenen ni­teliklere sahip kılınabilecektir. Fakat böyle bir terbiye metodu ile "münferid" hayat iddiaları ortadan kalkmaz mı? Olsa olsa, bu çocuklar, kışla hayatına benzeyen kollektif bir yaşantıya alı­şabilirler. Yani, tek başına ve münferiden yaşamak yerine, tamamiyle uydurma, tabiat kanunlarına aykırı bir düzen ortaya çıkar.
Başka bir deyimle, bir nevi insan çiftliği... Veya insan man­dırası... İsmi ne olursa olsun, mandıra, fabrika veya atölye, bahis konusu sistem torna tezgâhından çıkmış gibi, aynı şekilde düşünen, aynı metod dahilinde hareket eden tipler meydana getirir. "Kendini bilme" ve "şahsiyet" gibi değerler silinip gider. Şimdi düşününüz! Bu sivri akıllı insanların ortaya attığı düşünce ne kadar mânâsız, uydurma, gerçeklerle taban tabana zıt bir fikir muhtevası belirtiyor, değil mi? Onların istediği "Bata" (Pa­kistan'da meşhur bir ayakkabı fabrikası) fabrikasının ayakkabı­ları gibi, insan imal edip piyasaya sürmektir. Başka birşey değil... Bu sivri akıllı yaratıklar, şunu da anlamıyorlar ki, çocuk terbiyesi güzel sanatların en incelerinden biridir. Başlı başına bir hünerdir.
Dünyanın herhangi bir köşesinde örneklerini gör­düğümüz küçük bir atölyede itina ile hazırlanan, işlenen tablo veya usta ressamın elinden çıkan sanat eserine benzer. Böyle bir eser, kocaman fabrikalarda, seri halinde imal edilen eşya­lardan ne kadar farklıdır, değil mi? O halde, yukarıda açıkladı­ğımız ve sivri akıllı insanlara ait terbiye sistemi, aslında, "sanat eserini yıkmak"tan başka bir mânâ belirtmez.
Şimdi, söz sırası gelmişken, isterseniz biraz da böyle bir millî talim ve terbiye, millî eğitim ve öğretim sistemi üzerinde duralım:
Herşeyden evvel, bu tip eğitim kurumlarında, çocuklara bak­mak üzere, yeteri kadar eleman bulundurulması gerekecektir. Üstelik, bahis konusu elemanların çocuk bakımından anlamala­rı, bu iş için zarurî olan ehliyet ve kabiliyete sahip bulunmaları da şarttır. Yani böyle bir kurumda vazife alan insanlar, çocuk yetiştiricileri, eğitimciler, genel olarak, çocuğun dilinden, psiko­lojisinden kâfi derecede haberli olmak zorundadır. Ayrıca ço­cuklara karşı sevgi ve şefkat hisleriyle dolu olacaklardır. Hele kendileri, mutlaka güzel ahlâklı, nefsî isteklerden feragat etmesi­ni bilen, bu gibi arzuları kontrol altında tutabilen ruhî güzellik­lere sahip bulunmalıdırlar. "Çocuk" denilen bu insan yavruları asker değildirler ki, bir emirle meseleyi kökünden hailedesiniz. Yukarıda anlattığımızdan başka bir usulle onları ahlâkî inzibat ve disiplin altına almaya imkân yoktur. O halde sual şudur:
İnsan niçin dünyaya gelir? Bu millî ve resmî çocuk yetiştirme merkez veya kurumlarının tesisindeki gaye nedir? Maksad, ka­dınla erkeğin, seksüel isteklerini serbestçe tatmin etmeleri midir? Yoksa çocuk derdinden kurtulmak ve sadece hayvanî duyguları karşılamak mıdır?
Eğer cemiyetin ahlâkî disiplini bu şekilde bozulacaksa, o takdirde, karanlıklarda kalmış insanlara gerçekleri kim göstere­cektir? Uyanık elemanları nerede bulacağız? Yeni nesilleri nasıl yetiştireceğiz?

7. Gayrimeşru şekilde bir kadına yaklaşan, onu hâmile bıra­kan, bir çocuk sahibi eden erkek, aslında bu kadının hayatını mahvetmiştir. Hatta insanların nefret duygularını onun üzerine çekilmiş, cemiyet içinde aşağının bayağısı bir yaratık olarak muamele görmesine sebep olmuştur. Zira bu durum, kadın için en büyük felâkettir; ömrü boyunca altından kalkamayacağı bir yükün daracık omuzlarına yüklenmesi demektir. Acaba yeni ahlâk sistemlerine göre bu derdin çaresi nedir? Böyle bir felâkete karşı nasıl bir tedbir düşünülmektedir? Zirâ, bahis ko­nusu ahlâk nazariyesinin temsilcileri, meşru yollardan çocuk edinerek "anne" olan kadınla gayrimeşru çocuk sahibi kadın arasında herhangi bir fark görmemektedir. Başka bir ifadeyle, meşru şekilde "nikâh"lanarak, şeriatın öngördüğü "annelik" ni­teliğine sahip olan kadınla, gayrikanunî yollarla, nikâhsız, hatta kimden olduğu bilinmeyen çocukların "anne"si, sırf anne olmak bakımından, eşittir. Deniliyor ki, her ne şekilde olursa olsun, an­nelik, saygı duyulacak bir konudur. Annelere hürmet edilmeli­dir. Budalalığı veya dikkatsizliği sebebiyle "anne" olmuş her­hangi bir kıza, toplumun "kötü kadın" nazariyle bakması gerçek bir zulümdür.
Fakat düşününüz ki, "fahişeler" için böyle bir fiilin işlenmesi ne kadar kolaydır! Onlar toplum için gerçek bir felâket ve belâ konusudur. Cemiyet, fıtraten, gayrimeşru çocuğun annesine "nefret" nazarıyla bakmaktadır. Bir taraftan, fertleri suça götü­rücü tesir merkezlerinden ve her türlü günah fiillerden korumak isterken, böyle hareketleri önlemeyi düşünürken, öte yandan, nasıl olur da aynı cemiyet, ahlâk prensiplerine tamamiyle aykırı "fuhuş" yolunu alabildiğine açık bırakabilir?
Şu da var ki, eğer sözü geçen topluluk, "nikâh"tan gelen "meşru" çocukla "piç"lerin annelerini, saygı bakımından "eşit" görüyorsa, demek ki, "iyi" ile "kötü"yü, "hayır" ile "şerr"i, "güzel" ile "çirkin"i birbirinden ayırdedecek kabiliyet ve liyâkati çoktan kaybetmiştir. Fakat bu sözlerimizin "zıt" mânâlarını, teo­rik olarak "doğru" olarak kabul etsek, o takdirde, meşru yoldan anne olan kadın, cemiyte hayatında gayrimeşru usullerle çocuk edinen kadının karşılaştığı problemlere aynen muhatap olur. Burada bir gerçek daha vardır:
"Piç"in "annesi"yle "nikâh'lı kadın aynı seviyeye çıkarılıp "eşit" muamele görünce ki, fıtrat ve yaratış kudretine göre bun­lar farklı değerlerdir acaba sozkonusu "eşif'lik hakikaten ger­çekleşmiş olur mu? Çünkü her iki tip "anne"nin "eşit" olacağı iddiası, akla, mantığa, insaf ve hakikat sevgisine taban tabana zıttır. Kendisini, budalalığı sebebiyle, şunun-bunun telkinlerine kaptıran, seksüel his ve heyecanlarına kolayca mağlup olan, bildiğini okuyan keyfine düşkün bir herife peşkeş çeken -ki, bu adam, kadını karnına koyduğu çocuğun sorumluluğu hiçbir zaman üzerine almamakta, geçim ve bakımı ile ilgilenmemekte­dir kadınla, aklı başında, içgüdülerine hâkim, bilgili, hislerine yenilmeyen, doğacak çocuğun bakım ve terbiyesini bütün mesu-liyetiyle yüklenebilen bir erkekle anlaşarak kanun ve şeriat ölçü­lerine uygun bir aile yuvası kuran kadın arasında hiçbir fark ol­masın mı? Hangi sivri akıllı bu iki kadın veya anne tipinin birbirine eşit olduğunu iddia edebilir? Sadece gösteriş olsun diye, budala ve sersem kafalı bir kadın ne çocuğunun geçimini düşünen, onu bakmayı vazife bilen ve ne de kendisine karşı muhabbet ve sevgi besleyen, boş şeylerle vakit geçiren kadın ile koca sahibi, sorumluluk hissi duyan bir kadın eşit olabilir mi? Peki ama, çocuğuna şefkat ve muhabbet göstermesini bilen, "baba"lık vazifesini kavramış, terbiye ve bakım işini üzerine alacak olan "baba"yı nerede bulacağız? Böyle bir adam nere­de, hangi çarşı ve pazarda satılmaktadır? Diyelim ki, istediği­miz nitelikte bir insan bulundu. Fakat, olsa olsa, kanun yoluyla ve zor kullanarak çocuğa bir miktar nafaka bağlatmak müm­kündür.
Yoksa "kanun yoluyla" baba şefkati, baba sevgisi sağlana­maz. Bu gibi değerler, çarşı ve pazarlarda satılan, piyasa malı alelâde maddeler değildir. O halde, "meşru" çocukla "piç"in annesini sevgi ve hürmette eşit saymak, günahla alışmış bulunan sersemlerin dışarıdan söyledikleri "teselli"den başka birşey değildir. Onlar, gerçekte, kendilerini avutuyorlar. Şu halde yu­karıda zikrettiğimiz sözler, bahsi geçen budalaların hezeyanla­rından ibarettir. Ahmaklığın palavralarıdır. Onlar, kendi çocuk­larının bu şekilde dünyaya gelmesinden doğan zararlardan hiçbir zaman kurtulamazlar.
Bu sebepledir ki, gerçek ölçülere sahip bir sosyal nizamda ve sağlam bir hayat sisteminde, cinsî faaliyetlerin açıkça teşhiri yasaklanmıştır. Toplu halde yaşayan insanlar, seksüel isteklerini teskin için bir tek açık kapı bırakmışlardı: EVLENMEK! Fertleri zina izni vermek, netice itibariyle, cemiyete zulmetmekten başka birşey değildir.
Evlilik müessesini küçümseyen, zina olayına "fertlerin eğlencesi" (having a good time) nazariyle bakan, insan tohumunun serbestçe akışına muvafakat gösteren toplu­luk, beyinsiz ve budala insanlardan oluşmuş demektir.
Böyle bir cemiyet, kendi hak ve hukukunu bütün gerçekleriyle bilmediği gibi bizzat nefsini de lâyık-ı veçhile tanımamaktadır. Veya o, bizzat kendi nefsinin düşmanıdır. Eğersöz konusu cemiyet, sahip olması icab eden hak ve hukukun şuuruna var­mış olsaydı, bunu anlayabilseydi, seksüel ilişkiler meselesindeki ferdî hürriyetin insanlar üzerinde ne gibi etkileri olduğunu da bilirdi. Yine anlardı ki, bu işin neticesi, hırsızlık, yol kesme, adam öldürme vesâir suçlardan ibarettir. Hatta hırsızlığın en büyüğüdür. Çünkü hırsızlar, katil veya yol kesiciler, nihayet bir veya birkaç kişiye zarar verebilirler. Fakat zina, bütün bir cemi­yeti, gelecek nesillere kadar uzanan geniş bir zaman şeridi bo­yunca tehdit eder. Zanî bir anda, yüzbinlerce, milyonlarca in­sandan çok şeyler çalan adamdır. O halde, böyle bir suç failinin cemiyete verdiği zarar elbette ki, öteki mücrimlerden pek fazla ve çok geniştir. Herkesin tereddütsüz kabul ettiği bir realite vardır:
Fertler, herhangi bir haksızlığa uğradıkları zaman cemiyet­ten yardım umarlar. Sosyal nizamın kanunlarına sığınırlar. Bunun gibi, hırsızlık, katili, yol kesme, eşkiyalık, sahtekârlık, gasb ve hukuk prensiplerinin suç saydığı diğer fiillerin önüne geçmek için nasıl cezaî müeyyideler konmuşsa, insanları "zina"nın kötülüklerinden kurtarmak için de belli cezaların ka­nunlarda yer almaması için herhangi bir sebep yoktur.
Usul bakımdan açık bir gerçek de şudur:
Bir cemiyette "nikâh" ile "sifah" (zina) aynı şekilde ve bir arada bulunamaz. Çünkü bu iki fiil, aynı zamanda, aynı yaşa­yış ve içtimaî kuruluşun kısımları olamazlar. Eğer bir kimse, so­rumlulukları kabullenmeksizin nefsanî isteklerini tatmin etmeyi tercih eder, bu işi normal bir hareket olarak düşünürse, o tak­dirde, kendisi için "nikâh kanunları" koymanın mânâsı kalmaz. Böyle bir çalışma, boş bir gayretten ileri gidemez. Tıpkı bir de­miryolu şirketinin trenlerde biletsiz yolculuk etmeye izin vermesi ve bunun bir prensip haline getirdikten sonra, sözkonusu kaide­yi bozmadan, tekrar bilet usulünü koymaya kalkması gibi. Asgarî akıl şartlarına sahip bir insan bile, böyle birşeyi normal karşılayamaz. O halde akla uygun olan metod şudur:
Ya bilet usulü tamamiyle ortadan kalkar yahut da biletsiz yolculuk suç sayılır...
"Nikâh" ile "zina", şuradan buradan istifadeye kalmak da böyledir. İkisi bir arada bulunamaz. Yanyana olmaları "gayr-ı mâkul''dur. Eğer medeniyet için, medeniyetin gelişmesi ve ilerlemesi için nikâh kanunlarının gerekliliği kabul edilirse, yukarıda saydığımız delillerin ışığı altında, bu fiilin zıddı olan "sifah"ın.? (zina) da "cürüm" sayılması gerekir.Burada, genel olarak yanlış anlaşılan bir hususa işaret etmek icab eder.
Derler ki, bir genç, nikâhtan önce, az veya çok, seksüel arzularını tatmin edici bazı fırsatlardan faydalanmalıdır. Çünkü gençlik devrinde bu gibi «cazibe»lerin önüne geçilmesi kolay değildir. Diye ilâve ederler. Böyle bir tutum, , sağlık bakımından da zararlıdır.
Fakat yukarıda açıkladığımız sebeplere göre, bu iddia tamamen hatalı ve yanlıştır. Esastan bozuktur. Çünkü cinsî cazibeler, önüne geçilemeyecek derecede gayrı tabiîve anormal duygular değildir ki, insan onların esiri olsun. Kendini koruyamasın. Nefsanî arzularına engel olamasın. Aslında bu fikir, çok hatalı ve yanlış temeller üzerinde kurulu bulunan medeniyet anlayışımızın neticelerinden "Cahiliye" devrinin en açık özelliklerinden birisi de şudur:

Neticeleri hudutlu, hemen ve derhal anlaşılmayan hususların kavranması biraz zordur. Daha geniş sonuçlan olan, yaygın Idkat geç anlaşılabilen konulara ise daha az önem verilir. Hatta onlara itibar bile edilmez.
Meselâ hırsızlık, adam öldürme ve eşkiyalık gibi fiillerin neticeleri çabuk ortaya çıkar. Fakat zina böyle değildir. Sonucunda yizlenen kötülükleri uzun zaman göremezsiniz. Tıpkı "veba" mikrobunu taşıyan fareleri evinde besleyen adam gibi... Bulaşı­cı hastalıkları yayan bu gibi vasatlara ne cahiliye insanları ve ne de medenî dediğimiz kimseler izin verebilir. Çünkü sözkonu-su hastalığın genel neticeleri ve insanlara verdiği zarar gözle görülebilecek kadar açıktır. Fakat gayrimeşru ilişkilere alışan kimse, kendi keyfi için medenî hayatın kökünü kurutmak ister. Ama işin sonucu geç anlaşılır. Cahiller, buna engel olmak yeri­ne, kalkarlar, savunuculuğunu bile yapmaya yeltenirler. Hatta onu himaye eden ahmaklar, bunu "niçin" yaptıklarını da gerçek yönüyle bilmezler. Eğer "medeniyet" denilen şey, böyle cahilce düşüncelerin yerine, akıllıca ve mâkul fikirlerin üzerine kurulmuş olsaydı, üstelik yaratış ve fıtrat kanunlarının icabını gözönüne alsaydı, herhalde böyle bir yola gitmezdi.