Lüks ve Gösteriş

1945’te ikinci dünya harbi sona erdi, Amerika’nın silah yapan fabrikaları başka şeyler üretmeye başladı, ülkemize çok az sayıda buzdolabı, çamaşır makinası, elektronik ev eşyası geldi. O tarihlerde evlerde yemekleri muhafaza etmek (saklamak) için teldolabı kullanılırdı. Taşrada çok sıcak havalarda tencerelerin, kavun ve karpuzların sepetlerle kuyulara sarkıtıldığını hatırlıyorum.

Diyelim beş bin nüfuslu bir Anadolu şehrine on adet buzdolabı geldi. Bunları satın alanlar, mutfağa koymazlar, misafir odasına, salona koyarlardı. Hattâ, buzdolabının üzerine işlemeli örtüler sererlerdi. Görülsün...

1945-50 yılları arasında Amerikan çamaşır makinalarının da salonlarda “teşhir” edildiğini hatırlıyorum.

Havva hanımların 24 lambalı bir radyoları vardı. Evlerine her gelene, dindarane bir üslupla “Bizim radyomuz 24 lambalıdır” derlerdi.

Şimdi o günler geride kaldı. Onların yerini otomobil, lüks televizyon, lüks ve pahalı cep telefonu fetişizmi aldı.

Söylemiyor ama lisan-ı halinden anlaşılıyor:

- Otomobilime bak, ne kadar pahalı, ne kadar lüks, ne kadar güzel...

Cebinden küçük bir telefon çıkartıyor. Sadece telefon değil, aynı zamanda bilgisayar. Bitmedi, dijital resim çekiyor. Bir sürü marifeti var. Her çalışında sahibi pişmiş kelle gibi otuz iki dişini göstererek sırıtıyor.

Japonlar veya Çinliler yakın zamanda, konuşanların birbirlerini görerek iletişim kuracakları telefonlar çıkartacaklardır. Zırrrr... Açıyorsun, ekranda sırıtkan bir sima “Hello!” diyor. Aman ne medeniyet ne medeniyet...

Ben otomobili, cep telefonunu, televizyonu tenkit etmiyorum; onların fetiş, statü, değer, prestij, gurur, kibir, övünç, üstünlük sebebi sayılmasını tenkit ve hicv ediyorum.

Geçenlerde küçük, fakat çok güzel bir otomobil gördüm. Yenisinin fiyatı 20 bin YTL’nin altındaymış. Bizim otomobil fetişizmi mübtelâsı böylesini almaz. Gider tank gibi, lök gibi çok pahalı bir cip alır. Gösteriş için, gurur için, kibir için, statü için.

Sadeliğin, tevâzuun, orta halliliğin fazilet olduğunu böylelerine anlatmak mümkün değildir.

Herif milyonla dolar vermiş, bir rezidansın yirmi beşinci katında lüks bir daire edinmiş. Dayamış döşemiş ve yerleşmiş. Bu adam bilmiyor mu ki, iki seneye kalmaz, İstanbul’da elektrik sıkıntısı başlayacak ve sık sık kesintiler olacaktır. Eve geliyor, asansöre biniyor ve küt elektrik kesiliyor. Ne halt edecek?

İstanbul civarındaki lüks bir mahal... Etrafı, bir devletin sınırları gibi kapalı ve gözetim altında. Üç yüz kişi oturuyor, üç yüz yirmi kişilik bir koruma ve hizmetkâr kadrosu var. Diyelim ki, oraya birini ziyarete gittiniz. Gümrük veya sınır kapısı gibi bir yere geliyorsunuz. Kim olduğunuzu ve kime gitmek istediğinizi söylüyorsunuz. Kimliğinizi istiyorlar, telefon açıp soruyorlar. Vize verilirse giriyorsunuz, yoksa geri dönüyorsunuz. Devlet içinde devlet.

Bilhassa bazı medya mensupları halktan, toplumdan çok koptular.

Ayda on binlerce dolar maaşlar. Boğazda, başka lüks yerlerde korular içinde köşkler. Otomobil eve yaklaşıyor, kapılar telsizle açılıyor. Her taraf gizli kamera, alarm dolu. Mutfak ameliyathane gibi. Mikro dalga ördek pişirme makinesi ayrı, tavuk pişirme cihazı ayrı. Salonda bar var, onlarca çeşit pahalı içki. İçki onlara göre uygarlığın anasıdır...

Taksimle Dolmabahçe arasında lüks bir lokanta varmış, bir kişi 350 liraya yemek yiyormuş. Dört kişi gitseler 1500 lira. Randevu alarak gitmek gerekiyormuş, yoksa yer bulamama tehlikesi varmış.

İstanbul’un, Ankara’nın böyle lokantaları hakkında renkli fotoğraflarla süslü küçük bir kitap çıkartacaksın, bundan bir milyon nüshayı Türkiye’nin en fakir bölgelerinde halka dağıtacaksın. Acaba ne reaksiyon olur? Halk kızar ve öfkelenir mi, yoksa, “Ah biz ne zaman böyle yerlerde yemek yiyeceğiz?..” diye ağlar mı?

Türkiye son birkaç on yıl içinde çağ atladı. İyiye mi gidiyor, kötüye mi? Bu soruya Müslümanlar bile aynı cevabı vermiyor. Bazısı tenkit ediyor, kötüye gidiyor diyor, bazısı da pembe ufuklara dört nala koştuğumuzu, geleceğimizin çok parlak olduğunu iddia ediyor.

Doğru cevabı bulmak için Kur’ân, Sünnet, fıkıh, Şeriat, tasavvuf hükümlerine ve ölçülerine vurmak gerek.

İsmail bey dostumuz iki sene önce anlatmıştı: Merzifon’da çoluk çocuk sahibi bir vatandaş ayda 250 lira maaşla çalışıyormuş ve bu parayla ev geçindiriyormuş...

Kimsesi olmayan 90 yaşında ihtiyar bir kadına devlet üç ayda 200 lira maaş veriyormuş...

Nice küçük esnaf siftah etmeden dükkanını kapatıyormuş...

İşportacılık yaparak evine ekmek götürmek isteyen çaresiz, fakir, perişan vatandaşlara belediyeler göz açtırmıyormuş, yakalayınca sergilerini topluyor, tekerlekli el arabalarına el koyup tahrip ediyormuş...

Büyük bir şehrimizde, şimdiye kadar bir sürü kocaman kitap yazılmış, bir konuda yeniden kitap yazılıp basılması için resmî bir kuruluş tam 320 bin Euro’luk bir ihale açmış, ihaleyi nedense yarandan-partizanlardan biri kazanmış...

Büyük bir adamın çocuğunun Boğaza nazır köşkündeki mutfağa İtalya’dan bir mutfak masası gelmiş, fiyatı 9 milyar liraymış... (Öteki eşya ve mobilyaları siz düşünün...)

Zengin bir İslâmcının karısı, Antalya’da beş yıldızlı otelde tatil yaptığı için kocası olacağa vermiş veriştirmiş, ağzına geleni söylemiş:

– Beni rezil ettin!.. Ben beş yıldızlı otellere düşecek karılardan değilim. Şazibetler yedi yıldızlıda kaldılar da ben niçin beş yıldızda yattım... demiş, ortalığı velveleye vermiş...

Beride, üstü başı temizce zavallı bir kadıncağız Fatih Çarşamba pazarında, esnafın bir köşeye döktüğü çürük domatesleri ayıklıyor, az çürüklerini torbasına atıyor...

Mâlumlardan birinin dünya çapındaki özel yatı denizin mavi sularını yara yara, peşinden beyaz köpükler saça saça yol alıyor. Deniz engin bir sudur, mavi yeşil dalgalı... Bazen kenarlarını süsler beyaz bir yalı... Oh hayat ne güzel, rant ne güzel, lüks ve konfor ne güzel, yat ne güzel...

İster misiniz, bu yazımdan dolayı bazı Beyaz Türkler beni, zenginlerle fakirlerin arasına düşmanlık tohumları ekmek suçundan adliyeye şikayet etsinler, hapse atılmamı istesinler. Düşünce hürriyeti var ama bu kadarı da olmaz ki...

Mehmet Şevket EYGİ


Konular