Küçük Yavru Kuş Ve Anası (Bu bir Hollywood Filmi Değildir)

Küçük Yavru Kuş Ve Anası (Bu bir Hollywood Filmi Değildir)


Türkistanlı oda arkadaşım İsmail bugün bahçede kanadı kırık bir serçe yavrusu bulmuş. Öğlen yemeğinden sonra odama döndüğümde, bilgisayarımın üzerinde küçük bir karaltı çekti dikkatimi. İkinci kez başımı çevirip baktığımda bunun yavru bir kuş olduğunu fark ettim. Odaya nasıl gelmişti, ne zaman, hangi delikten girmişti anlayamadım! Bilgisayar monitörünün üzerinde ayaklarını kırarak çökmüş bu küçük, birkaç günlük, sevimli serçe yavrusu odanın karanlık yüzeyine doğru çevirmiş başını, bir heykel gibi öylece kıpırdamadan duruyordu. Bir an bu küçük serçenin ölmüş olabileceği geldi aklıma. Oda pervanesi dönüyordu; kim bilir dedim belki o küçücük kalbini dondurmuştur tavanımda dönen pervane! Ben böyle olumsuz şeyler düşüncelerken İsmail girdi odaya. Gülümseyerek kuşu avuçları arasına aldı.

“Ne o, sen mi getirdin kuşu?” dedim. Kuşu masasının üzerine bıraktı. “Evet. Bahçede diğer kuşlarla birlikte uçarken bu düşüverdi, bende odaya aldım.” Dedi.

“İyi yapmışsın, yoksa kediler yerdi.” Dedim. İsmail gülümsedi. “Ben yiyeceğim o kuşu.”

Önce şaka yapıyor sandım ama sonraları bunun bir şaka olmadığını anladım. Niyeti gayet sarihti, bir lokmalık serçeyi yemek istiyordu. Neymiş tadı enfesmiş! Kısa zaman sonra Bosnalı arkadaşım Osman bir kahve içimlik ziyaret için uğradı odama. Kuşu görünce, şen bir tabiatı olan Osman kuşla oynamaya, karnını gıdıklamaya, kendi dilinde ve İngilizce neşeli şeyler söylemeye başladı. O sırada Somalili diğer oda arkadaşım Abdunnasır geldi odaya. Osman küçük, kanadı kırık kuşla oynamaya devam ederken, “Ben İsmail kuşu yiyecekmiş!” dedim. Abdunnasır’ın ve Osman’ın yüzü ciddileşti. Neden dercesine ikisi de İsmail’in yüzüne baktılar.

Osman “Ciddi misin hoca? Yiyecek misin kuşu? “ dedi İngilizce. İsmail yine masumca gülümsedi. “Evet, sen bilmiyorsun bu kuşun lezzetini!” dedi. Abdunnasır, “Bir lokmalık kuşu yiyeceksin, sonra helaya gidip çıkaracaksın. Eline ne geçecek?” dedi Arapça. İsmail bir şeyler geveledi ağzında, sonra “Siz bilmiyorsunuz bu kuşun lezzetini!” diyerek yineledi.

Ben kahveleri doldurdum. Muhabbete başladık. Havadan, sulardan, kadınlardan, savaşlardan, ekonomiden, dünyanın seyrinden konuştuk. Bir de erken gelen sıcaklardan. Osman ve Abdunnasır terk etti odayı. İsmail diğer Türkistanlı arkadaşıyla birlikte haşlanmış et yedi kuşu masasının üzerinde bırakıp. Kim bilir yumuşak et parçaları boğazından midesine inerken küçük kuşun akşam yemeğinde damağında nasıl bir lezzet bırakacağını düşlüyordu! Fakat bu sırada belki bir mucize oldu, belki kuşun zavallı anası Tanrıya kendi dilinde yalvardı ki İsmail’in vicdanı işlemeye başladı . Yemekten sonra kuşu avuçları arasına aldı. “Ne yapacaksın?” dedim. Kuşu serbest bırakacağını söyledi ve aceleyle odadan çıktı. Bir an aklıma dank etti, doğru düzgün uçamayan kuşun bahçedeki avcı kedilere av olması işten değildi. Kapıyı açıp “İsmaillllll” diye bağırdım. Terliklerimi giyerek koşarak bahçeye çıktım. İsmail çoktan salmıştı küçük serçe yavrusunu. Bahçenin bir köşesinde toplanmış Taylandlı öğrenciler bahçenin diğer bir köşesine bakarak gülümsüyorlardı. İstem dışı bende başımı çevirdim oraya.

Küçük yavru serçe, çamaşır iplerinin üzerine konar konmaz anası hızla kanat çırparak hemen yanı başına kondu. Kendi dilinde şen bir dille şakıyıp, gagasıyla küçük serçeyi öpmeye, kanatlarıyla okşamaya başladı. Odadayken hiç ses çıkarmayan küçük serçe iki saat sonra anasına kavuşunca bülbül gibi şakımaya başladı. Anaları düşündüm. Anaların nasıl vefakâr, nasıl cefalı, nasıl mümbit olduklarını. Bir ananın, kıyamet kadar bir süre dahi için olsa bile yavrusunu bekleyeceğini, o ümidi an be an devleştirerek nasıl bir beklentiye dönüştüreceğini. Yıllardır ülkelerine dönmeyen arkadaşlarımın anaları geldi aklıma; evlerinde kurulmuş, yavrularının dönüşünü bekleyen pencereleri siper edinmiş anaları. Sonra analar geldi, siz oraları bilmezsiniz...

Küçük serçe yavrusunun etrafında dönüyordu anası. Bir sigara yakıp bu güzel manzarayı seyre daldım. Bahçedeki herkes anasıyla yavrusunun vuslatını, büyük kavuşmasını izliyordu. Sonra, bir an... Tablo değişiverdi. Burası dünya. Artık büyük harflerle yazılmayan bir dünya. Bir Hollywood filminin içerisinde değiliz. Mutlu sonlarla bitmiyor sahneler.

Anası küçük serçe yavrusunu gagasıyla öpüyordu, ona şarkılar söylüyordu. Başımı göğe kaldırdım, diğer serçeler bu iki kuşun etrafında dönerek kanat çırpıyordu. Belki bir şeyler demeye çalışıyorlardı kendi dillerinde anaya ve yavruya. İşte o an çamaşır iplerinin üzerine serilmiş çamaşırlar deprem olur gibi sarsıldı, tekir bir kedi esnek bacaklarının ucunda tüm gücüyle ana ve yavrusuna doğru sıçradı. O an bütün tablo değişti.

Şu an bir köşeye çekilmiş Taylandlı öğrenciler ve şaşkın gözlerle bir oraya bir buraya bakan Türkistanlı İsmail bir Hollywood filmi izliyordu. Kötü adam girmişti sahneye. Buna amerikanlar villain (vilan) diyorlardı. Böyle durumlarda koltuklarında gerisin geriye yaslanırlar, gerilirler, patlamış mısırlarını durmadan ağızlarına tıkıştırırlardı. Ama bilirlerdi mutlaka mutlu biterdi filmin sonu, hero yada heroinleri (kahraman) ları son anda imdada yetişir, kötüler ölürdü. Amerikanlar için kötü adamlar, genellikle size saydığım ülkelerden çıkardı mesela. Mesela tüm Iraklılar, İranlılar, Bosnalılar, Kosovalılar, Pakistanlılar, Somalililer, Müslüman Taylandlılar, Malezyalılar, orta doğulular, bizler, yani Müslüman Türkler; işte biz hepimiz, hayatı bir Hollywood filmi olarak algılayan o amerikanlar için acımasız birer teröristtik!

Ama ben size bir Hollywood filminden bahsetmiyorum. Sizi eğlendirmek için bir öykü yada şiir yazmıyorum şimdi. Size bugün gözümün önünde olanlardan, amerikanların fact dediği gerçeklerden bahsediyorum. Anlıyor musunuz beni? Sonra başka analar geliyor aklıma, siz oraları bilmezsiniz...

Kedi ilk hamlede öldüremedi anne ve yavrusunu. Bahçedeki tüm kuşlar bir anda havalandı. Hepsi mantıksızca, gelişi güzel bir o yana bir bu yana kaçışmaya başladı. Sanki kara şahinler (Black-Hawks) orta doğuda bir ülkeyi gafil avlamış, bir gece baskını düzenlemişti. Bombalar düşüyordu evlere. Dumanlar yükseliyordu şehirlerden. Anne sesleri geliyordu, çocuk hıçkırıkları, siz oraları bilmezsiniz...

Vahşi, avcı kedileri bilirsiniz. Belgesellerde izlemişsinizdir; vahşi bir kedi avını seçtiği zaman gözü diğer potansiyel avları görmez. Sadece bir ava odaklanır ve onu ele geçirene kadar peşini bırakmaz. Çünkü bilir, seçtiği av sürü arasında en güçsüz olanıdır.

Anne ve küçük yavrusu kaçıyor, avcı kedi havaya sıçrayarak peşlerinden geliyordu. Küçük serçenin kanadı kırıktı, havada zikzaklar çiziyor, düşüyor, tekrar havalanıyordu. Anasını görmeliydiniz. Yok benim Hollywood kameralarım, gözünüzün önüne seremem olayları, dublajlar, efektler yapamam. Anasını görmeliydiniz; yavrusunun yanından bir an bile ayrılmadı. Ama avcı kedi avını seçmişti, gözü yavrudaydı, anası kendini kedinin önüne atıyordu ama kedi avını seçmişti. Anası umurunda değildi.

Anası yırtınıyordu, bütün bahçeyi biraz önce şen şakrak şakıyan ananın cıyaklamaları, kendi dilinde veryansınları kapladı. Sonra bir kedi daha çıktı. Oda aynı ava odaklandı. Anası çıldıracaktı, görmeliydiniz bunu. Yok benim Hollywood kameralarım, gösteremem size. Gerçek olaylar olurken, bir anda kameralar bulamazdınız. Bunun için önce olayları kurgulamanız gerekirdi. Canlı yayın yapamazsınız mesela uçaklar kulelere çarparken. Önce senaryoyu yazmalı, kurgulamalı, kameraları hazırlamalısınız. Ekip işidir bu. Dünya bir Hollywood filmi değil. Burası Shakespear’in dediği gibi bir sahne, yada sinema değil. Ama sizler oyuncusunuz. Burada, tam durduğun, çakıldığın yerde fizik kanunları geçerli dostum. Bas ayaklarını yere, sizi eğlendirmek için bir öykü yazmıyorum şimdi. Bir masalı okumuyorsun sen. Bunları Tanrı kurgulamadı.

İki kedi bir an birbirine baktı. İkisi de hırladı. Sonunda ilk kedi daha baskın çıktı. Bunu anladı gözlerinden diğer kedi. Belki ilk kedinin nükleerleri, misillemeleri, üst teknoloji ağır silahları, gece görüşleri vardı! Kedi havada sıçramaya devam ediyordu. Anası yavrusunun peşinden gidiyordu. Yavru daha çok düşmeye başladı. Kırık kanadı daha ne kadar taşıyabilirdi ki onu? Aniden kedi yeniden ve son kez sıçradı havada, küçük, yavru kuşu havadayken kaptı ağzı. Belki o an öldü demiştim içimden, odamda pervanenin altında ölmeyen küçük serçe. Ama hala kıpırdıyordu başı. Avcı kedi kapar kapmaz bir tazı gibi tozuttu ve kayboldu ırakta.

Sonra ne mi oldu? Hollywood filmi değil bu. Mutlu bitmedi son. Anası mecnuna döndü, öyle sesler çıkarmaya başladı ki, kulaklarımızı tıkamak zorunda kaldık. Ana kuş, bir o pencereye, bir o çamaşır ipine, bir bahçeye serilmiş sandalyeler üzerine, bir benim omzuma, bir üçüncü kattaki balkon sundurmasına, bir yerdeki çamurlu toprağa, her yere konmaya, amaçsızca kanat çırpmaya, avazının çıktığı kadar cıyaklamaya, ağlamaya, göz yaşları tükenince ağıtlar yakmaya başladı. Anladı bahçedeki herkes, anası yavrusunu arıyordu. Belki görememişti kedinin havada kapışını yavrusunu. Belki Yakup’un Yusuf’u yitirdiğinde ve ölüm haberini aldığında kör olması gibi kör olmuştu anası! Belki iki saat sonra yavrusuna kavuşan ana içinde beslediği ümidi büyütebilirdi! Belki hala yaşıyordu yavrusu. Bahçenin her yerinde gezindi ana. Her köşeye baktı. Gitti çöp sepetlerinin içine girdi, karıştırdı, sonsuz cıyakladı. Ama yoktu yavrusu işte. Çünkü bu bir Hollywood filmi değildi. Ben size bugün olanları anlatıyorum, masalları değil.

Sonra bir sigara daha yaktım. Derin bir tefekküre daldım; Allah’ın arzı endamda mevcut bulunan tüm analara nasıl bir yürek verdiğine dair. Ne olursa olsun, İnsanda olsa, Cinde olsa, Hayvanda olsa bir ana, anaydı. Sonra hemcinslerimi hala insan olarak kalanları anımsadım. Anaları... Sizin bilmediğimiz yerlerin, hatırlamak istemediğiniz yerlerde yaşayan fakir, gariban ama başları dik anaları. Siz oraları bilmezsiniz... Hollywood filmlerinde oraları göstermezler çünkü. Amerikan /dreams/ rüyalarına oralar dahil değildir.

Dumanlar yükselen, çocuk hıçkırıkları, ağır makineli sesleri, ceset kokuları, leş yiyen akbabaların kanat çırpışları, gökyüzünü karartan F-16 ların gece sağanak bir yağmur gibi şehri kana sulayan şekerli bombaları, yavrularının üzerine çökmüş, ölü gibi durgun, rüzgâr estikçe bir o yana bir bu yana söğüt dalları gibi sallanan analar geliyor aklıma, küçük serçenin anasını aklını yitirmişçesine cıyaklayarak görürken.

Vahşi, avcı kediler giriyor orta doğuya. Terörist avına çıkmışlar. Bu sefer yanlarında Hollywood kameraları yok. Çünkü gerçekleri, anaları ve yavrularını nasıl katlettiklerini göstermek istemiyorlar. Çünkü bu sefer vilan, kötü adamı onlar filmlerin.

Dumanlar yükseliyor her sabah, seher vakti Samara’dan, Felluce’den, Kerbela’dan, Kudüs’ten, Jerusalem’den. Barbar kediler avlıyor yavru kuşlarını Irak’ın. Anaları her sabah ya bir tankın altından, ya bir duvarın üzerinden topluyor yavrularının pestili çıkmış cesetlerini. Onlarda ana serçe gibi çılgına dönüyorlar sonra. Yavrularının cansız cesetleri üzerine eğilip haykırarak, avazları çıktığı kadar, hıçkırarak ağlıyorlar. Çünkü ana onlar, savaşçı değil. Kadın onlar. Sadece ağlayarak protesto ediyorlar barbarlığı.

Sonra tükeniyor suları kuyularının, ağlayamıyorlar artık. Ağıtlar yakmaya başlıyorlar savaşa, barbarlara, terörist amerikanlara. Topraklarına dadanan bu orman vahşilerinin bir an önce çekip gitmesi için ellerini gökyüzüne açıp Tanrıya yakarıyorlar her gece, üzerlerine yağmur gibi bombalar yağarken. Artık bir ana bütün analar gibidir orta doğuda. Anası olmayan bir çocuğun, bir delikanlının cesedini çiğneyince tanklar, yere serince kırmızı kurşunlar, parçalayınca kafa taslarını şarapneller, bir ana kendisinin kanı olmayan bir çocuğa kendi çocuğuymuş gibi ağıtlar yakabiliyor. Şimdi bir ana, anasıdır tüm çocukların.

Çünkü dostum orta doğuda Hollywood filmi çevirmiyor barbarlar. Teröristler Hollywood filmlerindeki gibi orta doğudan değil, gerçek hayatlarda batıdan geliyorlar bir gece vakti. Senin bilmediğin yerleri göstermez filmler.

Mustafa Burak Sezer
"sayhadergi"


Konular