Ali ile Fatma Boşanırken Neler Oluyor Bize Feryatları

“Oğlum sen öğrencisin, okuyacaksın.. Daha evlenme çağın gelmedi. Elin kızlarını rahatsız etme.. Hayatlarıyla oynama!” derdi annem, öğrencilik yıllarımda; sık sık elimden tutar, gözlerimin içine bakarak bu uyarıyı yapardı.










Fakat her zaman ebeveynim başımda olamadı; kızlarla başbaşa kaldığım ve yoldan çıka yazdığımız durumlar da oldu; işte böylesi durumlarda Kur’an-ı Kerim’den uzanıp Hz.Yusuf elimden tutardı.. Belli oranda kendimi tuttuğum da bir gerçek..











Kızlarla hep belli bir mesafede, edep sınırları içinde, sevgi ve saygıya dayalı arkadaşlıklarım oldu.. Dolayısıyla kızları hiçbir zaman oyuncak görmedim ve hayatlarıyla oynamadım. Bunda annemin ve babamın uyarıyla yetinmeyip beni takip etmelerinin de payı var.











YA ALİ’YDİK YA DA FATMA








Kızlar karşısında kendimi tutarken veya evlilik konusunda arkadaşlarla tartışırken felsefemi şu birkaç kelimeyle ifade ederdim: “Hz. Fatma ile evlenmek istiyorsan.. Hz.Ali olmalısın.”










Hz.Ali olamamanın bir felaket olduğunu düşünür, ürperirdim. Çünkü Hz.Ali ile Hz.Fatma, biz müslüman gençler için model kişiliklerdi..
Ali, müslüman erkek için ana karakterdi. Fatma da müslüman kızlar için..









Ali ile Fatma.. V aşk.. Bizim hikayemiz, Ali ile Fatma aşklarıydı.. Onların kişiliklerini kavrayıp yaşama şekillerini anlayarak yollarından gidince Allah ve Rasulü’nün razı olduğu müslümanlardan olacağımızı ve Allahu Teala’ya yakınlaşacağımızı düşünürdük.








ALİ ARTIK BURJUVA

Aliler ve Fatmalar evlenme vakti gelince bir araya gelip evleniyorlar. Fakir ailelerin fakir çocukları olarak.. Orta halli ailelerin fakir çocukları..
Hayatın zorlukları karşısında mütevazi bir yaşam şekliyle beraberce savaşıyorlar. Fatma genelde evde, ev işleriyle ve çocuk bakımıyla uğraşıyor; Ali, yani erkek ise işte ve ekmek kazanma derdinde.









Ama hayat hep böyle devam etmiyor. Ali şartlar, siyasi konjonktör ya da başka faktörler nedeniyle hayal bile edemeyeceği makamlar elde ediyor, servetlere kavuşuyor.










Fatma evde çocuk büyütürken Ali sosyal hayata dibine kadar giriyor. Ve bingo: O güne kadar asla bilinmeyen, tanınmayan, gazete sayfalarından izlenen bir yaşamın ortasında buluveriyor kendini Ali.








Ali’nin etrafında daha önce kendi aile çevresinde asla göremeyeceği türden kadınlar dolaşmaya başlıyor.









Evdeki eş, yani Fatma yerinde sayarken, Ali sürekli hayatını yeniliyor, gelişiyor, aktifleşiyor. Buna rağmen pek çoğu çok uzun zaman tüm bu olan bitenlere direniyor.









EVDE MÜŞFİK, DIŞARIDA ÇAPKIN










Ali ile Fatma sınıf atlıyorlar ya.. Onlar artık burjuva aile olma yolunda.. İnançları, yetişme biçimleri, çocukları, vicdanları, aile ve özel sosyal çevreleri gibi pek çok faktör yüzünden direniyorlar üstelik.











Ama nafile ve bir noktada direniş kırılıyor. Para, makam, etraftaki dalkavuklar, kendisine güzel sözler söyleyen güzel kadınlar.











Ali sonunda pes ediyor.












Ve onun belki yıkımına giden ikinci yaşamı başlıyor. Evde müşfik bir aile babası, dışarıda hayatına tazelik getiren yepyeni kadın ya da kadınlarla beraber olan mahçup çapkın.
Bakıyorsun Ali takım elbiseli,saçı başı traşlı,burnu havalarda; kibir desen o biçim, ama parmağında gümüş yüzük var, namazlarını da kılar, ama ben ne anladım bu işten biz ehli sünnet bir cemaatsek neden peygamber efendimiz gibi tevazu sahibi olamıyoruz bizim dini emirlere bağlılığımız kazandığız parayla ilintilimidir.











Fatma’ya örttüğü başörtünün markasını soran kadınları da anlamıyorum; şehrimizde onca müze var, ama kadınlar boş vakitlerinde, kendilerini başörtülü kabul etmiyen medeniyetin, lüx alış verişmerkezlerinde para harcayıp fast food yemeği tercih ediyorlar.Sloganlaşmış islami görüşler alabildiğine çok ama gerçekten ilim konuşmaya başladınız mı etrafta kimseler kalmıyor.












İnsanlar farkında olmasa da yükselen değerlere popilist kültür karar veriyor ve bir jip gibi şeylere sahip olunca hayata bakışı değişiyor ve kendini bir müslümandan ziyade zengin bir şehirli olarak görüyor bu; nefisle olan savaşı unuttuğumuzun en bariz göstergesi.











Bir gün gittiğim hastanede doktorun başı örtülü bir hanım olduğunu görünce “Ne hoş, dedim. Bu insanda kibir olmaz,diğer doktorlara göre daha candan davranır insana..” Ama nerde, öyle kendini beğenerek konuşuyordu ki şaştım haline neyse bunun gibi daha neler var önemli olan biz şunu unutmayalım biz eğer gerçekten müslümansak o zaman bizim örnek alacağımız yegane insan peygamber efendimiz olmalı, yoksa insanı şaşırtacak o kadar çok hileler var ki hayatta..











ÇİFT KİMLİKLİ HAYAT











Genelde tecrübesiz olduğu için eline yüzüne bulaştırılan bu tarz hayat çok az istisna hariç evliliklerde büyük dalgalanmalar yaşatıyor.









Ve ortaya bu tarz pek çok hikaye çıkıyor. Yeni dönem siyasetçi ve zenginler arasında böylesi o kadar çok var ki!







Kimisi ikinci eş alıp dini nikah kıyarak işi hallediyor, kimisi de iki arada bir derede kalarak çift kimlikli hayatı tercih ediyor.











DIŞI DEBDEBELİ İÇİ VİRANE İNSANLAR












İstanbul’un Anadolu yakasının mutena bir semtinin mutena bir köşesinde yarı villa, yarı saray yavrusu bir evin kapısının önü.. Evin her tarafı duvarlarla ve dikenli tellerle çevrili..
Avlunun dış kapısının üzerindeki bir levha: “Dikkat Köpek Var.” Asistanım bu ifadeye takıldı.. Gerçi bu uyarı levhası, bir ‘proleterya’ çocuğu olarak asistanımı bir hayli düşündürmüştü. Benim gibi hayli ‘sosyetik’ mekanlarda epey pabuç eskitmiş bir ‘öğretmen’ çocuğu için hiç de yabancı değildi bu levha ve üzerindeki yazı.














Hatta, o yazının asılı olduğu kapıların arkasındaki ‘kırık hayatlar’ın melodramına epeyce aşina olmuş, dışı debdebeli içi virane insanların melallerini çokça seyretmiştim.












ALİ VE FATMA BURJUVA HAYATINA DALDIKÇA











Fakat bu kez durum başkaydı. Biz o kapının önünde beklerken, otomobil olmak için fazla büyük, bir kamyon olmak için de epeyce küçük bir siyah cip belirdi. Cipin şoför mahallinde rengarenk başörtüsüyle ve illa güneş gözlüğüyle genç bir hanımefendi, Fatma oturuyordu. (Buraya kadar bir sorun yoktu, olsundu, Allah daha çok versindi, kıskananın gözü çıksındı. )
Ne var ki birkaç saattir kapının kenarında beklemek zorunda kalmıştık.. O genç hanımefendinin, elit bir huzursuzluk edasıyla, ‘bir hırsız ya da tencere tava pazarlamacısı olabilir mi, ne işi var bunların burada’ diyen kuşkulu, yukardan ve soğuk bir bakış atışı vardı ki, işte bittiğimiz an, o andı kardeşler. Bu bakışı çok iyi biliyordum.











Bu nazar, ekmeğin fiyatını bilmeyen, dolmuşa otobüse hiç binmeyen, canı sıkılınca Akmerkez’e ya da bilmem ne merkeze alışverişe giden, çocuklarını istisnasız psikiyatriste gönderen, kendisi güzellik salonlarından çıkmayan, Moda’da, Bebek’te, Sarıyer’in boğaza nazır sırtlarında, boğaz kıyısındaki müstakil yalılarda kurum ve çalımla oturanlara has bir bakıştı.












Kendileri dışındakilere ‘kapıcı’ya bakar gibi bakan bir bakış…










İşte, böyle bir bakıştır ki uzun zamandır gözlemlediğim ve yazmayı bir düşünüp biriktirdiğim bu yazının zembereğini boşandırdı…











YEŞİL KAPİTALİZM VEYA ‘İSLAMCI BURJUVA’ NASIL DOĞDU?












Dolayısıyla Anadolu insanı nezdinde din, asli bir unsur olarak hiçbir zaman geleneklerin ve törenin önünde yer almadı. Din, ikincil bir konumda, daha çok işlevsel olarak ele alındı. Din, devletle girilecek ilişkide bir ‘araç’ olarak işlev gördü. Hiçbir zaman toplumsal refahtan gereken payı alamadığı için, hiçbir zaman iktidarda belirleyici, bürokrasiyi çekip çevirici bir konumda bulunamadığı için, Anadolu insanı, sürekli bunların ezikliğini ve yoksunluğunu yaşadı. İktidar ve zenginlik karşısında ister istemez oluşan duygusal ve zihinsel zaaf, tarih boyunca bir ukde olarak varlığını korudu ve toplumsal hafızada paslı bir çivi gibi durdu. Eğer Freud’un kavramlarına itibar edecek olursak, Anadolu realitesinin ‘toplumsal biliçaltı’nda ‘servet ve iktidardan yoksunluk’ hep bir kompleks olarak dipdiri kaldı.












Cumhuriyet’le birlikte servet ve iktidar paylaşımının tekelleşmesi, Ankara, İstanbul ve İzmir kaynaklı ‘bir Cumhuriyet burjuvazisi’ meydana getirdi. Bu elit yapı, kendi içinde sosyetesini de doğurdu. Bu sosyetenin içinden, rejimin dümen suyuna girmiş, ham kitleleri bu düzenin kalıbına sokmakla vazifeli, yazar, şair, ideolog, aydın kanaat önderleri de türemiştir. Buna karşın, dindarların, medrese ve tekkeden gelen alim ve ariflerin temsil ettiği ilim geleneği dumura uğramış vaziyetteydi.











Dolayısıyla, Anadolu insanına kanaat önderliği edecek alimler, ya rejime boyun eğmek zorunda bırakılmış (Elmalılı Hamdi Yazır gibi), ya rejimin saflarına geçmiş (Şemseddin Günaltay gibi) ya da büyük bir baskıya maruz kalarak sindirilmeye çalışılmıştır (Bediüzzaman Said Nursi gibi. Gerçi Said Nursi, Eski Said’den Yeni Said’e geçişiyle, Nur Risalelerini telif etmek suretiyle, din dilini, Medeniyet biçimini memleket insanına yepyeni bir yorumla sunarak mücadele etme yolunu seçmiş ve dinin itikadi esaslarını bir Medeniyet’i yeniden inşa edecek biçimde yeniden sunmuş, İslam düşüncesi geleneği ile bugünün yegane köprüsü olma vazifesini deruhte etmiştir.)











1950’li yıllardan sonra, kısmi özgürleşme ile birlikte, İstanbul ve İzmir burjuvazisine karşı yönünü Anadolu’ya dönmüş kimi yazar, şair ve düşünürler, kanaat önderliğini üstlenmeye başlamıştır. (Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu vb. gibi.) Bu yeni kanaat önderlerinin iki temel handikapı vardı: Birincisi, Anadolu realitesini tam anlamıyla İslami kabul etmenin naif romantizmi. İkincisi, din anlayışını sadece rejimle doğrudan mücadele şeklinde reaksiyoner tarzda algılama ve politik düzlemde temsil etmeye çalışma gayesi.







Böylece, rejimin imkanlarına sahip olunursa, ‘Düşmanının silahıyla silahlanılırsa’ yeniden bir İslam devletinde yaşamak, ‘şanlı tarihimiz’de olduğu gibi üç kıtada at koşturmak mümkün olacaktı. Anadolu realitesini İslamileşmenin modeli olarak sunmak, tarihten gelen servet ve iktidar açlığına kapı açtı ve bu durum din algısını daha çok politik bir zemine çekti. Ortaya, devlet odaklı düşünen, agresif (haklı olarak), din ile nisbetini ‘iman’ odaklı değil ‘İslam’ odaklı kuran samimi ama sloganik bir dindar tipolojisi çıktı.













Dini duruşunu sadece rejimin görünen aygıtlarına karşı konuşlandırmış, bu aygıtlara sahip olduğunda toplumu yukarıdan aşağıya İslamileştireceğine inanan, bu nedenle medyaya, siyasi otoriteye ve sermaye birikimine çok vurgu yapan yarı devrimci bir zihniyet teşekkül etti. Bu devrimci zihniyetin karşısında imiş gibi gözüken evrimci İslami anlayış da, rejime karşı aynı zaafları (iktidar, medya, sermaye) besliyordu.











Gelinen noktada, 1980’lerin kendine özgü koşullarında, servet ve iktidar açlığı çeken, gizli bastırılmış dünyevi taleplerini dini talepler şeklinde somutlaştıran bu dindar kitle, ‘düşmanının silahıyla silahlandı’, servet ve iktidara kavuştu, servet ve iktidarın dönüştürücü gücü karşısında taklidi iman ve reaksiyoner İslam anlayışları tutunamadı, dönüşüm tamamlandı ve İslamcı burjuva doğdu.











ÖTEKİLER HAWAİİ’YE, BERİKİLER DUBAİ’YE











Ki onların çoğu yiğidin harman olduğu, yitik hüzünler diyarı, Anadolu’nun kavruk evlatlarıydılar. Osmanlı’dan beri dedeleri, ataları değişmeyen bir senaryonun parya rolündeki figüranlarıydı.











Osmanlı’nın payitaht kurduğu yerlerin (Edirne, Bursa, İstanbul) dışında kaldıkları için hanla, hamamla, debdebeyle ihtişamla, medeniyetin rafine ürünleriyle karşılaşma fırsatları olmamıştı. Onlar, cumbalı köşklerde ud ve tambur ile suzinak bir şarkıyı terennüm etmenin ne demek olduğunu bilemediler, onlar alınlarını koydukları kuru toprak gibi bomboz bozlaklar, yareli ağıtlar, ciğer kokulu türküler söylediler. Babaları ve anaları, güneşin alnacında kavrula kavrula ekip biçtikleri bir avuç buğdayı, arpayı öşür, aşar diye verdiler. Mülazime, katibe, mutasarrıfa, hatta basit bir zabite karşı bür bür büküttüler, onların devlet soğuğu çehrelerinin karşısında, Osmanlı devrinde serpuşlarının ucunu, Cumhuriyet devrinde kasketlerini ellerinin arasında gevelediler.













Dedeleri ve babaları, ‘dövlet, hokümat ve cenderme’ üçgeninde ezik, şahsiyetleri dümdüz edilmiş, korku içinde yaşadılar. Dinden kopmuş, özü boşalmış gelenek, görenek ve törenin ezici ve tahripkar baskısı yetmezmiş gibi, ağaların ve eşkiyanın zulmü yetmezmiş gibi, kahreden yoksulluğun pençesinde hayat ve mematla pençeleştiler.













Sanıldığı gibi Cumhuriyet yeni bir devlet değildi. Bütün kurumlarıyla, zaaflarıyla, refleksleriyle Osmanlı’nın devamı idi. Dolayısıyla Osmanlı’nın özellikle son dönemde tebarüz eden bütün hastalıkları da (Prens Sabahattin’i hatırlarsak, onun dile getirdiği, memuriyet zihniyeti, merkeziyetçilik, kişisel girişim ruhunun olmayışı; ayrıca kişi eksenli liderlik anlayışı, toplumsal ikiyüzlülük, makam sahibine yaranma, toplumsal özgüven kaybı zenginlik ve servet karşısında aşırı eziklik vs.) devralındı. 1950’lere kadar onların dedeleri ve babaları bir avuç Cumhuriyetçi elitin güdümünde, gerektiğinde ezanları susturularak, gerektiğinde zorla senfoni orkestrası dinletilerek devlet eliyle ‘efendi’leştirilmeye tabi tutuldu. Fakat mide gurultularını dinleyen, sırtında ceketiyle ayağındaki poturu tozdan ve güneşten tanınmaz hale gelmiş, bulgur aşına talim etmekten imanı gevremiş bu insanlara efendilik n’etsindi? Eskiden beri, ‘katibime kolalı da mintan ne güzel yaraşır’dı, ‘dövlet her zaman on beş yaşında’ydı, ‘ben bilmem Ankara bilir’di. Bu, böyleydi…













Dedeleri ve babaları bu hisler içinde onlara, ‘Aman oğul sırtını dövlete yasla!’, ‘Oku, oku da adam ol, bizim gibi eşşek olma’, ‘Şu köyün başına bir taksiyle gel, yoksam gözüm açıh gider’, ‘Bizim oğlan tohtur, muvandiz olacah’ diye öğütler verdiler. Nineleri, anneleri onları takım elbise ve kravatla görünce hep gözleri yaşardı.
1950’lerden sonra vaziyet değişmeye başladı, ‘Yeter, söz milletin’ gibi sözler, sloganlar işitilir oldu. 60’lardan itibaren mektep medrese yüzü görmeye, birer ikişer ‘okumaya’ başladılar. Çoğu, Anadolu’da ne kadar dindarlık varsa o kadar dindardılar. Fakat ‘köyden şehere inince’, şehirli züppelerin, ikinci kuşak ayrıcalıklı kadronun çocuklarının yaşantılarını gördüler. Bütün suyun başını tutanların onlar olduğunu gördüler ki çoğu Robert Kolej, Galatasaray Lisesi ve muhtelif Fransızca eğitim yapan liselerden mezun besili, gürbüz ve frapan çocuklardı.













Bu baskın sistematik yapı karşısında korunma refleksiyle dini ve milli hislerine sarıldılar. Bir yandan da kökü tarihin derinliklerinde saklı dünyevi iktidar ve servet edinme taleplerini değişik biçimlere büründürerek ve ulvi taleplerin gölgesinde saklayarak dillendirmeye koyuldular. Bu gizli iç talepler bugün itibarıyla meyvesini veriyor görünmektedir. Nerden mi anlıyoruz? Birileri Hawaii’ye giderken, onlar bugün Dubai’ye gidiyorlar. Karıları ve kızları siyah camlı güneş gözlükleriyle siyah ciplere biniyorlar. Modayı takip ediyor, rengarenk giyiniyor, pahalı cafelere gidiyor, jakuzili ve yüzme havuzlu evlerini Anadolu menşeli kavruk bacılara temizletiyorlar. Şimdi onları gümüş yüzükleri ve afilli başörtüleri de olmasa ayırt etmek imkansız. Hanımları örtülü, sekreterleri mini etekli.















Kişisel tarihlerinde annelerinden ve kız kardeşlerinden başka bir kadın görmeyerek başları bağlandığı için kadın meselesinde ciddi sıkıntıları var. Marka giyiniyorlar, parayı harcayacak yer bulamıyorlar, yüzlerine bakan yüz binlerce aç adamın karşısında kapılarında ‘dikkat köpek var’ yazılı villalarında yemekler, partiler veriyorlar. (Sözün burasında, mekanın ve nesnelerin üst düzey olmasının değil, bu mekan ve nesnelere yüklenen anlamın, bunlarla girilen ilişki biçiminin dünyevileşmeyi oluşturduğunun farkında olduğumu belirtmek isterim.)














Dini kimliklerini üzerinde bir kambur gibi taşıyorlar, kendilerini hep olduğundan farklı göstermeye, bir yerlere ve birilerine ispat etmeye gayret ediyorlar.












Bunu gören Cumhuriyetçi elitin köşe başını tutmuş ağaları deliriyorlar, pastalarına ortak çıktığını görüp hafakanlar geçiriyorlar. ‘İslam ve İslamcılar’ konusunu sürekli ayakta tutarak, habire televizyon ekranlarına ve gazete sayfalarına taşıyarak hem malzeme ve gündem ihtiyaçlarını gideriyorlar, hem de onları pastanın başından kovmaya çalışıyorlar. Bir kısım büyük gazete köşe yazarları da sürekli bu konuları kaşıyarak hem günah çıkarıyor, hem de bireysel iktidarlarını pekiştiriyorlar.











İşte, ‘İslamcı burjuva’ filan diye adlandırılan bugünün şeşi beş gören zengini, böyle bir psikolojik ve sosyolojik mirasın toprağında yeşermiştir.









AMAN İÇİNDEKİ BURJUVAYI ÖLDÜRME..










Tüm bu manzaranın karşısında ben, “Bir nehir kenarında abdest alsanız bile suyu israf etmeyiniz.” diyen peygamber hitabını düşünüyorum, ‘sevad-ı azam’a (halkın geneli, büyük karaltı) riayet lazımdır’ diyerek halkın genel yaşama standardını incitmeyecek bir yaşayışı öngören alimlerin sözüne kulak veriyorum.










Yüz tane aç adamın karşısında, rahmetli Erol Taş’ın filmlerde hoyrat kahkahalarla tavuk budlarını gövdeye indirişini andıran bir hali havsalamda bir yere oturtamıyorum…










Yanlış anlaşılmasın, terbiye olunmamış bir nefsin içinde hep bir ‘burjuva’ ve ‘burjuva özentisi’ taşıdığını iyi biliyorum.








Çoğu kere rahibenin iffetinin, suretinin gayrıfotojenik oluşundan kaynaklandığını biliyorum.
Ayrıca, köpekleri seviyorum, benim sorunum içimizde havlayan köpeklerle…




Mustafa Yürekli


2 yorum

Bittim ben.

Allahuekber.

Bu cümleye bir kitap değil, bir ansiklopedi dizisi yazılır.

Arıyordum. Derdime bir çare arıyordum.

Karıştırıyordum kitapları. Bir şeyler bulmaya, vicdanımı kemirenlere karşı bir antibiyotik arıyordum.

Yalnızım, yapılacak 2 şey var. Ya yalnızlığımda arayacağım beni, ya uzanıp nefsime bırakacağım kendimi. Ve şu an ben ilk şıkkı seçiyorum ki iyiki seçmişim.

Aradım ve buldum aradığımı.

Neyi mi? İşte bu cümleyi.

Hz Fatma ile evlenmek istiyorsan Hz Ali olmalısın.

Üzerine ne bir kelime ilave edilir bu cümlenin ne bir ek. Bitirdi bu cümle. Bu cümleyi okuyunca başım düştü,yediğim lokma gitmedi, kalakaldım inanabiliyor musunuz. O kadar şey yaşadım ki aşık olduğumu sandığım bir bayandan ayrılınca intikam hırsı sarmıştı her yanımı karşı cinse karşı. Her anımda intikam almak istiyor, alıyordum da.

Zaman geldi çattı. Artık ilişkilerin geri dönüşü yoktu zira yaş 20 ile 30 un arasında bir yerdeydi ve işler ciddi olmalıydı. Arıyordum o eski beni. O ilk saçma ilişkinin öncesindeki taptaze beni. Aylarca sürdü bu arayışım. Pes ettiğim oldu bazen, Allah'a neden bu kadar ruh bunalımı veriyorsun dediğim de. Bazen içimde yeşeren bir şeylerin olduğunu hissediyordum ama çok azdı bu hissin miktarı diğerine göre.

Annemin bir sözü vardı 'ben sana helal süt verdi isem sen zinaya yapamazsın' Doğrusun anam, yapmadım ama çok yaklaştım. Allah'ım beni ve benim gibi kardeşlerimi affet. Allah'ım bizi ahir zamanda halk ettin ise bize merhametini genişlet. Allah'ım senden bundan sonra bir eş istiyorum. Hz Fatma gibi bir eş. Eline erkek eli değmemiş, gözüne bir göz ilişmemiş. Allah'ım bana da Hz Fatma'mın Ali'si olmayı nasib et. İlmimi derinleştir, iffetimi ve irademi ulvileştir, günahlarımı affet ve tertemiz çıkar beni onun karşısına. Allah'ım ona bakınca Seni göreyim, Sana ulaşmam için, bana, Senin razı olduğun bir zevce çıkar karşıma.

Amin amin amin...

02.09.2012 - Zehirliok Ziyaretçisi

Boşanan Boşanana

Boşanan Boşanana

Toplumda boşanmalar artıyor. Türk toplumunun temeli olan "aile"nin yüreği modern zamanlara dayanmıyor. Türkiye'de 20 yıl ve üstünü aşan evliliklerde boşanmalar had safhada. TÜİK verilerine göre 2004'te 91 bin 22 kişi boşanırken, bu rakam 2005 yılında 95 bin 895'e yükseldi. 2005'te evliliğinin ilk yılında boşananlar, toplam boşanmaların yüzde 9,32'sini oluşturdu. 95 bin 895 boşanmanın 14 bin 112'si 20 yıl ve üstü evliliklerde yaşandı. 2004'te ise kadınlarda boşanma en fazla 25-29 yaş, erkeklerde ise 30-34 yaş arasında gerçekleşti.

Televizyon, başkalarının özel hayatlarını çoktandır odalarımızın içine taşıdı. Bütün haneler, her gün aynı insanların yaşamları, aşkları, evlilikleri, mutluluk ve mutsuzluklarıyla çalkalanıyor. Ne onlar gocunuyor bu durumdan ne de seyrederken ibretli gözlerle bakmaktan bıkmayanlar. İşin ilginci tartışmaya açılan şeyler, toplumun temel taşı yapılar; yani anne, yani baba, yani evlat, yani kardeş, eş, ev... Bu kadar mı bir ailenin bize hatırlattıkları? Ya da uzun zamandır unutturulmaya çalışılanlar? Hafızalarımızı bir yoklayalım ve bir daha zihnimizden geçirelim çocukluğumuzu... Bir lokmayı paylaşmak, sıcak bir ekmeğe tereyağı sürmek, beraber ısınmak, beraber ağlamak, beraber gülmek, kapıdan giren soğuğa karşı tedbirli davranmak, yani fedakarlık, yani insaniyet, samimiyet, korumak, kollamak... Üstünde bir tek ceketi kalıncaya kadar okutmak, adam etmek, vatana hayırlı evlat yetiştirmek, evlendirmek, evlat sahibi etmek... Evlendirmek! Gerçek bir aile birlikteliğinin sağladığı bereketi, saygınlığı, acısıyla tatlısıyla bütün bir yaşamı çocuklarının da tatmasını sağlamak. Hem niye demişler eskiler, "Nikahta keramet vardır?" diye, evlendikten sonra da "daldan dala konabilmek" için mi? Yoksa bir ömür boyu "seviyeli" değil, "ömürlük" birlikteliklerini sürdürebilmek için mi? Niye "bir yastıkta kocasın" temennisinde bulunurlar ki yeni evlilere? Hayatın getirdiği maddi ve manevi yıpranma paylarına birlikte göğüs gerebilsinler diye değil mi?

Magazin Evliliği, Bizi Bozar mı Bozar

Bu kadar zihin yoklamasının ardından gerçeğe dönelim. Ve televizyon marifetiyle ve "magazin canlıları" eliyle "aile" denilen birlikteliğin "hangi ucube kılıklara sokulduğunu" bir kez daha görelim. Sinema sanatçısı, şarkıcı, program sunucusu kadın; kocası zengin bir iş adamı, soylu, okumuş etmiş bir ailenin oğludur. Tıpkı şarkıda dendiği gibi, "Olursa padişah torunu, soylular tohumu..."

Evet, tam da o cinsten. Fakat, ne yazık ki "mantık evliliği" ilişkilerini bozmuştur. Önceki "aşk hayatı" ve "seviyeli birlikteliğin" yerinde yeller esiyordur. Derken çocukları olsun diye kendilerini parçalayan bu canlıların evliliklerinde, sadakat, samimiyet, sevgi namına hiçbir şeyin bulunmadığı ortaya çıkar. Koca, her gün bir başka güzelle gezmekte, kadın da farklı aşklara yeşil ışık yakmaktadır. Her gün televizyonlarda yakalanırlar! Bu süreçte çocukları olur, ama adam başka bir kadınla birliktedir ve bu kadından da bir çocuğu olmuştur. Ortada kalan çocuk kabullenilmemektedir! Her şeye rağmen eski sanatçı kadın direnir ve bakın eski kocasından boşandığı halde ne ister: "Tüp bebek!" Parçalanmışlığa, diğer kadına ve çocuğa rağmen, ortak çocukları için aynı evlerde kalmakta, mutlu bir aile tablosu çizmektedirler. Ama nafiledir... Çünkü bu rezalet, televizyonlardan her gün izlenir. Bu "aile"nin çocuklarının neler hissettiği ve düşündüğü malum... Belki de hiç televizyon izlettirmiyorlardır çocuğa!

Birkaç Örnek Daha

"Magazin canlılarının" yaşamları bunlarla sınırlı değil. Bu çarpık "ailemsi" görüntülerin yetmemesi durumuna karşı birkaç zihin açıcı örnek daha. Bir röportajında, "Evlilik kelimesi beni irrite ediyor" diyen genç sinema yıldızı, "evlilik değil aşk kadını" olduğunu ifşa eder. Zira aynı mülakata göre, evliliğin getirdiği sorumluluklar onu pek de bağlamamaktadır: "Aşkı çok sevmekte ama aşkın sonunun evlilik olduğunu görünce" kaçıvermektedir. Bir diğeri, köpekleriyle birlikte mutlu mesut bir hayat yaşar. Evi saray, köpekleri ise adeta çocukları gibidir! Birçok "magazin canlısı" çarpık ilişkilerinde bulamadıkları mutluluğu, bilinen anlamda bir aile kurarak bulmak yerine "babasız çocuk doğurarak" taçlandırmak ister. Bu konuda gazetelere gururla demeç vermekten hicap duymazlar. Her gün onları "ibretle" izlemek zorunda kalan "ailelerin" kimyasını nasıl bozdukları umurlarında bile değildir! Örnekler bitmez...

Modernite Evliliği Zayıflatıyor

Televizyon, toplumda boşanmayı tetikleyen birçok etkenden biri. Belki de en baskını. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, evlilik kurumunun zayıflaması konusunda, "İnsanlar modernitenin değerlerini ne derece benimserse, evlilik bağları da o kadar zayıflar. Modernizm evli çiftlere ‘özgür yaşa, bağımsız ol, canının istediğini yap, çocuk seni engeller' gibi telkinlerde bulunuyor. Ayrıca, aileler, kız çocuklarının meslek sahibi olmasını, kocasıyla geçinemezse boşanabilmesi için istiyor. Bu bencilliği özendiren bir yaklaşım" diyor. Tarhan'a göre, insanların ailesine "kattığı" insanı, "el kızı", "el oğlu" olarak görme düşüncesi de hatalı: "Kişi birini kötü kabul ettiği zaman, farkında olmadan ona kötü davranmaya başlıyor. Karşıdaki de fark etmeden olumsuz tepkiler veriyor. İnsanlar kötü olmadığı halde ilişkiler kötüleşiyor, muhatabınız gözünüzde düşman oluyor. Öncelikler değişince de boşanmalar, evlilikten korkmalar ve çok eşliliklerin sayısı artıyor. İnsanımız Batı'nın iyi değerlerini alırken maalesef hastalıklarını da almıştır" tespitinde bulunuyor.

Geçimsizlik Derdi Bacayı Sardı

M.G, ikinci evliliğini yapmış bir anne. İlk evliliğinden eşi, yaşamında farklı yönlere meylettiğinde, hiçbir şeyi tahlil edebilecek yaşta değilmiş. Başta içine sindirememiş. "Anne" içgüdüsüyle yapıcı olmaya çalışmış. Kendisinde aradığı kusurların çoğunun, aslında karşıda olduğunu fark ettiğinde eşinin uygunsuz yaşamıyla karşılaşmış. Sonrasında, deve yüküyle paranın saadet getirmediği bir düzen tanıdık maskesini indirmiş. Boşanmışlar. Bu süreçte eski eşi bütün mal variyetini diğer eşine vermiş. M.G ise yeni ailesine karşı mahcup. Avukatlara danışmak istiyor: "Kızım için hakkımız olan mal varlığını almaya çalışacağım. Nasıl yapacağım onu da bilmiyorum."

Bu, aldatmanın öne çıktığı yüzlerce vakadan sadece biri.

Türkiye'de 20 yıl ve üstünü aşan evliliklerde boşanmalar had safhada. TÜİK verilerine göre 2004'de 91 bin 22 kişi boşanırken, bu rakam 2005 yılında 95 bin 895'e yükseldi. 2005'de evliliğinin ilk yılında boşananlar, toplam boşanmaların yüzde 9,32'sini oluşturdu. 95 bin 895 boşanmanın 14 bin 112'si 20 yıl ve üstü evliliklerde yaşandı. 2004'te ise kadınlarda boşanma en fazla 25-29 yaş, erkeklerde ise 30-34 yaş arasında gerçekleşti.

İstatistikler Boşanma Alarmı Veriyor

DİE'nin verilerine göre, boşanmalarda 1940-2002 yılları arasında "geçimsizlik", diğer nedenlere göre açık ara farkla öndeydi. Bunu, "terk" ve "zina" takip etti. 1993-2003 arasında boşanmalar yüzde 80.7 oranında arttı ve 50 bin 108'e ulaştı. 2003 yılındaki 50 bin 108 boşanmadan yüzde 93'üne geçimsizlik gerekçe gösterildi. Bir yıldan önce boşananların oranı 1997 yılında yüzde 233 oranında bir artışla, 2 bin 525'e çıktı. Türkiye Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün, 1999-2004 yılları arasındaki çalışmasında, anlaşmalı boşanmak üzere mahkemeye başvuranların sayısının 1 milyonu aştığı, boşanmak isteyen kadınların oranının da yüzde 50'ye çıktığı belirlendi.

Araştırmadan Mutlu Tablo Çıktı

Yukarıdaki rakamlara rağmen, Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü ASAGEM ile Türkiye İstatistik Kurumu TUİK'in ortaklaşa yaptığı "2006 Aile Yapısı Araştırması", toplumda artan boşanmaları tekzip edecek istatistiki bilgiler de içeriyor. Boşanmaların artan nedeni geçimsizlik olarak tespit edilmesine rağmen, araştırmaya baktığınızda evliliklerin yüzde 65.1 oranında mutlu olduğu gözleniyor. Buna karşın yüzde 55.5'lik bir kesim, Türkiye'de aile ilişkilerinin kötüye gittiğini söylemiş. Bu çelişki anlaşılmıyor. Araştırma, neden pembe bir tablo çiziyor? Gidişatın endişe vericiliğinden olsa gerek, ASAGEM artan boşanmaların nedeni üzerine de yoğunlaşmak istemiş. Yeni araştırma, "Türkiye'de boşanmalarda, resmi istatistiklerde önemli yüzdeye sahip ‘geçimsizliğin' detaylı öğrenilmesini" hedefliyor. Kurum, 2003-2006 yılları arası, en az bir boşanma davasına bakmış avukatlarla çalışacak.

Boşanmanın Nedeni Tek Değil...

Boşanmalarda, çoğunlukla kadınlar ve çocuklar mağdur oluyor. Nedenler; "aldatma, ekonomik yetersizlik veya ani zenginleşme, alkol, kumar, uyuşturucu kullanmak, çocuk sahibi olamamak, şiddet, kültürel ve yaşamsal tatminsizlik (duygusal sosyal cinsel vb), sorumsuzluk, farklılıklar..." diye uzuyor. Aile sosyologları, psikiyatristler, aile danışmanlığı ve terapistliği gibi yeni meslekler, modern ailenin sorunlarına çareler arıyor. Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bu noktada evliliğin bir şirket gibi iyi yönetilmesi ve demokratik ortamın sağlanması gerektiğini söylüyor. Bunu başarmak için çaba vermek gerekli. Yapılacak olan, hem itaat ve sadakati hem de özgüven ve girişimi güçlü tutmak. "Bağlılık, karşı tarafın kendini kişiliksiz hissetmeden duyduğu bir itaat olursa idealdir. Kişi, karşıdakine kendisini yetersiz ve değersiz hissettiriyorsa, o itaat mahzurludur ve adı katlanmaktır."

Yuva yapan dişi kuşa ne oldu?
Aile Yapısı Araştırması'nın giriş bölümünde, "Kadının "milli ve ekonomik zaruretler" gereği çalışma hayatına atılmasıyla ailenin değişime uğradığı"ndan bahsediliyor. "Değişim, eş ve çocukların rollerini de değiştirdi. Kocanın, kutsal sayılan aileye bağlılığı yer yer zayıfladı, çocuklarda anne baba otoritesine karşı gelmeler arttı." Peki her şeye kadının çalışma hayatına girmesi zaviyesinden bakmak ne derece sağlıklı? Biraz da, bu süreci geçiren toplumun neden dengeyi tutturamadığına bakmalı. Psikiyatrist Haluk Savaş, "Kadına Yönelik Şiddet ve Psikiyatri" adlı yazısında, "Kadını aileyle özdeşleştiren, ailenin korunmasını öne çıkartıp, aile içi şiddet ve baskıyı görmezden gelen kurumsal yaklaşımlar, kadınları ve çocukları korumasız bırakıyor" şeklinde görüş bildiriyor.

"Aileyi dönüştüren kadınların dönüşümü"

Bu noktada insanın aklına ister istemez, "Türk ailesinde artık ‘yuvayı dişi kuş yapar' sözünün hükmü geçti mi?" sorusu geliyor. Eğilimleri belirlemek zor, ancak kadının ekonomik hayata atılması birçok değişimin dinamosu oldu. Daha önce çocukların annesi ve evinin direği olan kadının rolleri arttıkça, bu direğe bu yük fazla gelmeye başladı. Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Aile sosyologu Prof. Dr. Nadide Karkıner, boşanmaların artmasında en önemli etkenin kadınların hak arayışı olduğunu söylüyor. Karkıner'in tespitlerine göre, "Türk ailesinin dönüşmesinde kadının eğitimli ve meslek sahibi olmasının rolü büyük. Evlilik kurumunun vazgeçilmezliği, boşanmanın yıkım olduğu düşüncesindeki değişiklikler de boşanmayı kolaylaştırıyor." "Kadını geleneksel ev kadını ve anne rolleri içine sıkıştırarak bunu meşrulaştıran düşünceler ise toplumda artık kabul görmüyor." Prof. Karkıner, erkekler ve toplumun geleneksel rollerde ısrarcı olmasının da süreci hızlandırdığını söylüyor. "Kadınların, bir yandan işgücü piyasasında yerlerini almaları, diğer yandan annelik ve ev kadınlığı rollerini sürdürmeye çalışmaları daha fazla sömürülmesine neden oluyor. Dolayısıyla aile içerisinde de yardıma ihtiyaçları var. Çatışmalar burada ortaya çıkıyor."

Dizilerde Linç Edilen Aile...

"Aile Yapısı Araştırması"nda, televizyonun aile içi ilişkileri kötü yönde etkilediğini söyleyenlerin oranı da yüzde 61.1 olarak ortaya çıkmış. İşte hayatımızı esir alan TV'nin meşhur sit-com'larından birkaç örnek. Aile yaşamını konu alan diziler, çoğunlukla Türk aile yapısını yansıtmayan hatta yer yer aşağılayan halleriyle derde derman olmaktan uzaklar. Örneğin bir dizide, çocuklarına dadı tutan adam kafasına göre bir hayat yaşıyor. Evdeki çocuklar ise babalarının gözüne girmeye çalışan dadının hareketlerine anlam veremiyor(!) Bir diğerinde evin babası, köpek kılığına sokulmuş, kötü niyetli cadı-peri bir annenin (!) elinde maskara olmuş. Her gün ekranları dolduran ibret vesikası sır kapısı türevlerinde ise kadının hep aciz gösterilen, yalvaran ve merhamet dileyen taraf olduğu ise gözlerden kaçmıyor. Aynı şeyler, kadın kuşağı programlarında da ağlayan, sızlayan kadınların teselli edilmesi üzerinden gerçekleştiriliyor. Töre dizilerinin de bu anlamda fazlası var, eksiği yok. Kadını erkeğin nazarında ve aile nezdinde küçük düşen mahluklar olarak gösteren bu yayınlar, sosyologların da ifade ettiği üzere şiddeti döner sermaye gibi tekrar tekrar üretmekten başka bir işe yaramıyor. "Çift çekirdekli" işlemciye sahip bilgisayar markası reklamı, hayatında otomobili, arabası, saati çift olan bir adamın ikinci bir eşinin olmasını ne kadar da doğal sunuyor? Kısacası, bir ailede çocukların anası, eşine yaratanın bir emaneti olan "kadın", ister kurgu ister gerçek olmadık kılıklara sokuluyor ve değersizleştiriliyor.

Gerçek Hayat'tan...

21.06.2007 - Mehmet Altın

Konular