KENDİNE GÜVENENLER BU YAZIYLA KENDİNİZİ SINAYIN

Fudayl b. Gazvan'a33 'Filân adam senin gıybetini yapıyor' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Allah'a yemin olsun, ben ona bu emri vereni kızdırıyorum!' Kendisine 'Ona emreden kimdir?' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Ona emreden şeytandır. Yâ rabbî! Onu affet!'

Yani o hususta Allah'a itaat etmek suretiyle onu kızdırırsın. Şeytan bir kulun böyle yaptığını bildiğinde hasenatının daha da artacağından korkarak ondan vazgeçer.

İbrahim et-Teymî şöyle demiştir: 'Şeytan, kulu günah kapısına davet eder. Fakat kul ona itaat etmediği gibi, bir de hayır işlerse, şeytan onun yakasını bırakır. (Zira hasenatının artmasından korkar)'.

Yine şöyle demiştir: 'Şeytan seni mütereddid gördüğünde senden ümitli olur. Seni kararlı gördüğünde senden usanır ve nefret eder!'

Haris el-Muhâsibî, bu dört mertebe için güzel misâller beyan ederek şöyle dedi: "Bunların misâli, ilim ve hadîs meclisine, fazilet ve hidayet için giden dört kişinin misâline benzer. Bunlardan dalâlete sapan ve bid'atçı bir kimse hakkı bileceklerinden korkarak hased eder. Bu bakımdan onlardan birine yanaşıp onu menedip bu maksattan vazgeçirmeye çalışır. Dalâlet meclisine davet eder. Fakat o icabet etmez. Şeytan bunu bildiğinde onu mücadele ile meşgul eder. Kendisi de onunla çalışır ki onu dalâlete döndürsün. Oysa insan bunun kendisi için daha ıslah edici olduğunu sanır. O dalâlete götürenin hedefi, gecikmek nisbetinde onun elinden vaktini çıkarmaktır.

İkincisi, onun yanından geçerken onu da gitmekten alıkoymaya çalışır, durdurmak ister. O da durup dalâlete götürmek isteyeni yolundan iter, aceleyle geçer ve boğuşmakla meşgul olmaz. Bu bakımdan dalâletçi kendisini itelemek kadar da olsa onu meşgul etmekle sevinir.

Üçüncüsü, yanından geçtiği halde ne kendisine dönüp bakar, ne itmek ve ne de boğuşmakla meşgul olmaz. Eski durumuna devam eder. Dalâletçi tamamen bundan ümidini keser.

Dördüncüsü, hiç beklemeden geçip gider. Dalâletçiyi kızdırmak isteyerek yürüyüşünü daha da hızlandırır.

Eğer bu dört kişi, tekrar dönüp onun yanından geçerlerse, bu sonuncusu hariç, diğerlerinin hepsine tekrar tekliflerini yapar. Çünkü hemen geçmesinden daha fazla yararlanmasından korkar".

Soru: Neden şeytanın vesveselerinden emin olunmaz? Acaba hazır "1-madan önce sakınmak ve gelişini beklemek mi veya Allah'a tevekkül edip onun defedici olduğuna inanmak mı veyahut ibadetle meşgul olup şeytandan gaflet etmek mi farzdır?

Cevap: Halk bu hususta üç şekilde ihtilâf etmişlerdir. Basralılardan bir grup şu fikri savunmuşlardır: 'Kuvvetliler şeytandan kaçmaktan

33) Dedesi «ci-Dubî kabilesinden Cerir'dir. Kuleli bir zattır. Güvenilir olan bu zat, II. 40 senesinde vefat etmiştir.


müstağnidirler. Buna ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlar kendilerini Allah'a vermişlerdir. Onun sevgisiyle meşgul olmuşlardır. Bu bakımdan şeytan da onların 3'akasmı bırakmıştır. Onlardan ümidini kesip geri kaçmıştır. Nitekim zayıf âbidleri zina ve içkiye davet etmekten ümidini kestiği gibi... Mübahasada dünyanın lezzetleri onların gözünde içki ve domuz gibidir. O halde onlar tamamen dünya sevgisinden uzaklaşıp şeytanın onların katında yolu kalmamıştır. Öyle ise onların sakınmaya ihtiyaçları yoktur'. Şam halkından bir grubun kanaati şudur: Takîni azalan ve tevekkülü kısalan bir kimse şeytandan sakınmak için tarassut etmeye muhtaçtır. Tedbir etmekte Allah'ın ortağı olmadığına kesinlikle inanan bir kimse, O'ndan başkasından korkmaz. Şeytanın zelîl bir mahlûk olduğunu, elinde hiçbir gücün olmadığını ve Allah'ın irade ettiğinin olacağını bilir. Öyle ise fayda ve zarar verici ancak Allah'tır. Arif kişi başkasından çekinmeye utanır! Bu bakımdan vahdaniyete (Allah'ı birlemeye) olan yakîni arifi, şeytandan çekinmekten müstağni kılar!'

İlim erbabından bir grup da şöyle demiştir: Şeytandan sakınmak, muhakkak lâzımdır. Basralı âlimlerin 'Kuvvetliler şeytandan çekinmekten müstağnidir. Kalpleri tamamen dünya sevgisinden boşalmıştır. Şeytanın vesilesi de ancak dünya sevgisidir!' sözleri, nerdeyse gurura yaklaşmıştır; zira Hz. Peygamber (s.a) bile şeytanın veveselerinden kurtulamamıştır, ondan başkası nasıl kurtulabilir? Onların zannettiği gibi, şeytanın bütün vesveseleri, şehvet ve dünya sevgisinden ibaret değildir. Aksine Allah'ın sıfatları ve isimlerinde, bid'at ve dalâletin güzel gösterilmesinde ve benzerlerinde de vesvese olur. Hiç kimse vesveseye girmekten kurtulamaz. Biz senden önce hiçbir rasûl ve nebî göndermedik ki o birşey arzu ettiği zaman şeytan onun arzusunun içine mutlaka bir ilkada bulunmuş olmasın. Fakat Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır. (Hac/52)

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:

Muhakkak ki kalbimin üzerine perde geliyor ve muhakkak ki ben

günde yüz defa Allah'tan af talebinde bulunuyorum. Hz. Peygamberin şeytanının teslim olması ve hayırdan başkasını em-retmemesiyle beraber durum budur. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in ve diğer peygamberlerin kalplerinden daha fazla Allah'ın muhabbetiyle kalbinin meşgul olduğunu sanan bir kimse mağrurdur. Bu iddiaları kendilerini şeytanın hilelerinden emin etmez. Bu sırra binaen emniyet ve sürür evi olan cennette bile Adem ve Havva (a.s) onun şerrinden emin olamamışlardır.

Dedik ki: 'Ey Âdem! Bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra zahmet çekersin. Şimdi burada


acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksın ve sen burada susamaya-caksın, kuşluk vakti güneşinden etkilenmeyeceksin'. (Tâhâ/117-119)

Hz. Adem (a.s) sadece bir ağaçtan menedilip diğer yemekler kendisine serbest bırakıldığı halde şeytanın vesvesesinden kurtulamadı. Madem peygamberlerden biri emniyet ve saadet evi olan cennette şeytanın hilesinden emin olmadı, acaba meşakkatler, fitneler, yasaklanan şehvet ve lezzetlerin evi olan dünyada bulunan bir kimse nasıl emin olabilir? Allah Teâlâ'nın haber verdiği gibi Hz. Musa şöyle demiştir: 'Bu şeytanın ame-lindendir' (Maide/93). Bunun içindir ki Allah Teâlâ şeytandan bütün insanları sakındırarak şöyle buyurmuştur:

Ey Ademoğulları! Şeytan, ana-babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin. Çünkü şeytan ve kabilesi, sizin onları görmeyeceğiniz yerden sizi görürler. (A'raf/27)

Başından sonuna kadar Kur*an, insanı şeytandan sakındirmaktadır. O halde, ondan emîn olunabileceği nasıl iddia edilir? Allah'ın emrettiği yerde korkulu davranmak Allah'ın sevgisiyle meşgul olmaya aykırı değildir. Çünkü emrini yerine getirmek de O'nu sevmektendir. Nasıl kâfirlerden sakınmayı emretmişse, düşmandan da sakınmayı emretmiştir:

Sen onların (askerin) içinde olup (cephede) namaza durduğun zaman onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar ve silahlarını da yanlarına alsınlar. (Nisa/102)

Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah'ın düşmanını, kendi ., düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. (Enfal/60)

Gözünle gördüğün halde kâfir düşmandan sakınmak madem Allah'ın emriyle gereklidir, senin görmeyip onun seni gördüğü bir düşmandan elbette sakınmak daha evlâdır.

Abdullah b. Muheyriz34 şöyle demiştir: 'Senin gördüğün^ onun seni görmediği bir avın avlanması daha kolaydır. Seni gören ve senin görmediğin avın seni elde etmesi yakın bir ihtimaldir'.

O bununla şeytana işaret etmiştir. Durum nasıl böyle olmasın? Oysa kâfirin düşmanlığından gaflet etmekte öldürülüp şehid olmak vardır.

34) Cemeh kabilesinden olan bu zat, esasen Mekkelidir. Fakat Kudüs'te otururdu. Güvenilir bir âbiddir. H. 99 senesinde vefat etmiştir.



Şeytandan sakınmayı ihmal etmekte ateşe ve elem verici azaba mâruz kalmak vardır. Allah'ın sakıncalı saydığını ihmal etmek, Allah ile meşgul olmaktan değildir. Böylece ikinci grubun, şeytandan sakınmanın tevekküle zararlı olup ters düştüğünü zannetmelerinden ibaret olan mezhebleri iptal edilmiş olmaktadır. Çünkü başına miğfer takmak, silahını almak, asker toplamak ve hendek kazmak, Hz. Peygamber'in tevekkülüne zarar getirmemiştir. O halde korktuğundan korkmak ve kaçınmayı emrettiğinden kaçınmak, nasıl tevekküle zarar verir?!

Biz Tevekkül bölümünde, tevekkülün mânâsının tamamen sebeplerden el çekmek olduğunu sanmanın yanlışlığını belirtmiştik.

Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad

için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.

(Enfal/60)

Kalp, zarar verenin, fayda verenin, dirilten ve öldürenin Allah olduğuna inandığı sürece sebeplere sarılmak tevekkül etmeye aykırı düşmez. İşte böylece şeytandan kaçınmakta, Allah'ın hidayet edici ve dalâlete götürücü olduğuna inanırsa zarar vermez. Tevekkül bahsinde dediğimiz gibi, sebepler ve vasıtaların Allah'a müsahhar olduğuna inanmakla beraber şeytanın şerrinden sakınmak tevekkülün ruhuna aykırı düşmez.

Haris el-Muhâsibî'nin seçtiği yol budur. İlmin nuruyla sabit olan en doğru yoldur bu yol! Bundan önceki görüş, ilimleri çok olmayan, bazı vakitlerde kalplerini istilâ eden, Allah'ın zikrinden ibaret olan hallerin devamlı olduğunu sanan âbidlerin görüşüne benzer. Bu görüş pek uzak bir ihtimaldir. (Çünkü haller gelip-geçicidir). Sonra bu grup, üç vecih üzerine ihtilâf etmişlerdir. Şeytandan sakınmanın keyfij'eti hakkında, bir grup 'Madem Allah bizi düşmandan sakındırmıştır, o halde kalbimizde, O'nun zikrinden ve O'ndan sakınmaktan daha fazla hiçbir şey bulunmamalıdır. O'nu tarassud etmek lâzımdır. Çünkü bir lâhzada ondan gafil olmamız bizi helak olmaya yaklaştırır' demişlerdir.

Başka bir grup da şunları söyledi: 'Sizin dediğiniz şekil, kalbin Allah'ın zikrinden boşalmasında himmeti tamamen şeytanla meşgul etmesine vesile olur. Bu ise, şeytanın istediğidir. Aksine biz ibadette Allah'ın zikriyle meşgul olur, şeytanın düşmanlığını da unutmayız. Ondan sakınmayı ihmal etmeyiz ve böylece iki işi bir araya getirmiş oluruz. Çünkü şeytanı unuttuğumuzda ummadığımız bir yerden çıkıp gelebilir. Tamamen onunla uğraşmaya koyulursak, Allah'ın zikrini ihmal etmiş oluruz. Bu bakımdan ikisini biraraya getirmek daha evlâdır'.

Muhakkik ve müdekkik âlimler, iki grubun da yanıldığını söylediler. Birinci grup sadece şeytanın düşmanlığını anmakta, Allah'ın zikrini ihmal etmektedir. Bu bakımdan yanıldığı gizli değildir. Oysa şeytanın bizi Allah'ın zikrinden uzaklaştırmaması için, ondan kaçınmakla emrolunduk. Öyle ise onun düşmanlığını nasıl kalbimizde galip bir duruma getiririz?


Oysa o, düşmanın verdiği zararın sonuncusudur. Sonra böyle yapmak, kalbin Allah'ın zikrinin huzurundan boşalmasına yol açar. içinde zikrullahın nuru ve onunla meşgul olmanın kuvveti bulunmayan bir kalbin şeytana mağlup olması yakın bir ihtimaldir. Defetmeye de kuvveti olmaz. Öyleyse ne şeytanı gözetmek ve ne de daima onu anmak bize emredilmiş olamaz.

İkinci gruba gelince, bu grup, kalbinde Allah ile şeytanın zikrini bir arada bulundurmak hususunda birinci grupla ortaktır. Kalbi ne kadar şeytanın zikriyle meşgul ederse o nisbette Allah'ın zikrinden uzak olur. Oysa Allah Teâlâ, insanlara zikrini yapmayı, kendisinden başkasını unutmayı emretmiştir. İster İblis, ister başkası olsun... Doğru olan şudur: Kul, kalbine şeytandan sakınmayı ve şeytanın düşmanlığını yerleştirmelidir. Kalp buna inandığı, tasdik ettiği ve sakındığı zaman, Allah'ın zikriyle meşgul olur. Bütün himmetiyle zikre yönelir. Şeytanın emri kalbine huzur vermez. Çünkü şeytanı hatırladığında derhal uyanır. Uyandığında onu uzaklaştırır ve Allah'ın zikriyle meşgul olur. Allah'ın zikriyle meşgul olmak, şeytanın vesvesesi anında uyanmaya mâni değildir. Aksine kişi sabah vaktinde önemli bir vazifenin geçmesinden korkarak uyuduğu için dikkat eder. O vakitte uyanmak üzere uyur. Bundan ötürü vakit gelmeden önce gece birkaç defa kalbine yerleştirdiği sakınmadan dolayı uyanır. Oysa uykuda olduğunda uyanmaktan gafildir. Öyleyse Allah'ın zikriyle meşgul olması nasıl uyanmasına mâni olur?

Bu kalbin kuvveti düşmanı defetmeye yeterlidir. Sadece Allah'ın zikriyle meşgul olduğu için nefsin nevasını öldürmüştür. Akıl ve ilim nurunu içine sindirmiştir. Şehvetlerin karanlığını uzaklaştırmıştır. Bu bakımdan basiret erbabı ("kalp gözü açık olanlar) kalplerine şeytanın düşmanlığını getirmenin gerekliliğini hissetmişlerdir, sakınmışlardır. Bu hissedip sakınmadan sonra şeytanı anmakla değil, Allah'ı anmakla meşgul olmuşlardır. Zikirle düşmanın şerrini bertaraf etmişlerdir. Düşmandan gelen vesveseleri bertaraf edinceye kadar zikrin nuruyla nûrlanmışlardır. Oysa kalbin misâli, kirli sudan temizlenen bir kuyu gibidir, temiz su kaynasın diye kuyu temizlenir. Şeytanın zikriyle meşgul olan kimse kuyuda kirli su bırakmıştır. Şeytan ile Allah'ın zikrini bir araya getiren ise, bir taraftan kirli suyu çekmekte, öbür taraftan kirli su akıp, temiz suya karışmaktadır. Bu kimsenin yorulması çok olmasına rağmen kuyu kirli sudan temizlenmez. Basiretli odur ki kirli suyun akıntısını tıkamış, kuyuyu saf su ile doldurmuş, pis su akmak istediğinde fazla yorulmadan, çaba sarfetmeden önünü kapatmaya muktedir olmuştur.

Konular