Bana tarihini anlat sana kim oluduğunu söyleyim.

[b][color=blue]Bana tarihini anlat sana kim oluduğunu söyleyim.


Mustafa Armağan




İnsanların ortak veya millî geçmişleri hakkında ne düşündükleri, onların bugün hakkındaki düşüncelerinden ayrılamaz. İnsanların tarih hakkındaki fikirleri, siyasetlerini belirler. 1 Tarih yüzümüzü geçmişe değil, geleceğe döndürür. Kendimize nasıl baktığımızın açıklamasıdır tarihe bakış tarzımız. Tarihte kendini ezilip büzülmüş, bir türlü özne olamamış bir halk gibi anlatmaya bayılanlar, bugün kimden hangi yüzle özne olmayı talep edebilirler ki?
Geçtiğimiz 28 Haziran 2005 akşamı, yorgunluğun ipimi çekmek üzere olduğu bir haletle girebildim evime. Yemek, şu bu derken, kumandayla yerli yabancı kanallar arasındaki mahut kovalamacam başladı. Maksat biraz zihnimi dağıtmak. Bir ara BBCWorld kanalına takıldı gözlerim. Karanlık bir limanda zar zor görünen eski kılıklı yelkenli gemiler ara sıra birbirlerine çatapat ateş ederek geçiyorlardı ekrandan. Önce bir film oynuyor zannettim ama bu bir haber kanalı; film oynatmaz. Öyleyse?
Ekrandaki altyazıyı okuyunca ayılıyorum: “Trafalgar Savaşı’nın 200. Yıldönümü dolayısıyla savaş yeniden canlandırılıyor.” Canlı yayında gemiler birbirine zamanın toplarıyla ateş ededursun, kameralar sahilde biriken mahşerî kalabalığa çevrilince dudaklarım uçukluyor. Tamı tamına 250 bin insan toplanmış Atlantik Okyanusu’na bakan Trafalgar limanında ve modern Avrupa’nın perdesini açan savaşlardan birisinin temsilini bir maçı izler gibi heyecan ve coşkuyla izliyorlarmış spikere göre. Napolyon Bonapart’ın heyulasını İngiliz emperyalizminin ensesinden kaldırıp atan bu biraz da ‘ballı’ zaferin anısına Londra’nın en ünlü meydanlarından birine ve en ünlü stadyumuna “Trafalgar” adı verilmiştir ve meydanın ortasındaki anıtta İngilizlerin medar-ı iftiharı Amiral Nelson’un mücessem heykeli gururla yükselir.

İstanbul’un fethinden utanmak!
Derken, nedense fena halde hüzün bastı beni dostlar.
Biz böyle bir Avrupa’ya doğru gidiyoruz, gideceğiz. Bilelim ki, Avrupa’yı birleştiren ortak değerler, üzerinde titredikleri son derece hassas tarihî müşterekler var. O gün o limanda toplanan İngiliz, Fransız ve İspanyollar, ataları birbirleriyle savaşmış olsa bile Trafalgar’ı kendi kimliklerinin kurucu parçalarından biri olarak selamlıyorlardı. Onu tarihte olmuş bitmiş bir olayın mezar taşı gibi susturmaya değil, derilerinde, beyinlerinde, hücrelerinde bir nabız vuruşu gibi hissetmeye ve hissettirmeye çalışıyorlardı. Tarih böyle algılanır ve böyle anlaşılırsa tarihtir kardeşlerim. Geri kalanını ver, tarihçinin olsun. Bize tarihin tüylerimizde uyandıracağı titreşim lazım değil mi?
Son yıllarda unutulma hortumuna karşı direnç noktalarımız daha bir belirginleşti sanki. Aradan ilk sıyrılan Çanakkale oldu, bir de İstanbul’un fethi. İstanbul’un fethini eskiden daha sıcak kucaklamıştık; şimdilerdeyse fena halde dizginlere asılmış durumdayız. Acı fren seslerini siz de duyuyorsunuzdur. Sözde Avrupa Birliği’ne gireceğiz ya, İstanbul’un fethinden bile utanır olmuşuz da haberim yokmuş! Hangi resmi toplantıda Fethi adam gibi kutlamaktan söz açsam, “Cısss, Avrupa bizi yanlış anlar!” itirazıyla karşılaşıyorum. Tabii hayretimin bini bir para oluyor.
Yahu ille surlara yeniçeri tırmandırmayı, altlarına tekerlek takılmış sandalları Tophane yokuşundan kan ter içindeki Anadolu gençlerine çektirmeyi mi anlayacağız fetihten? Bunları, tıpkı BBC’nin canlı yayında verdiği Trafalgar gösterisinde olduğu gibi estetik, kültürel ve görsel bir şölene dönüştürmeyi becermekten ebediyen âciz miyiz? İstanbul Festivali gibi dünya çapında, seviyeli bir Fetih Festivali düzenleyemez miyiz? İstanbul’u o hafta bir sanat, kültür ve müzik şehri, dünyadaki elit çevrenin dikkatini perçinleyecek bir seçkin merkez haline dönüştüremez miyiz?
Çılgın bir Mayıs akşamı Bizans ve Venedik kadırgalarıyla Fatih’in yelkenlilerinin Zeytinburnu’ndan çarpışa savaşa Sarayburnu açıklarına kadar geldiklerini ve projektörler tarafından Haliç’teki zincirin önüne kadar takip edildiklerini, aynı gece Tophane’den çekilen gemilerin bir ışık huzmesi içinden süzülerek Kasımpaşa’dan denize indirildiğini ve kıyılara toplanmış –turistler de dahil- meraklıların büyülenmiş bakışları altında İstanbul’un ‘açılışı’nın havai fişek gösterileri ve projektör oyunlarıyla temsil edildiğini getirin gözünüzün önüne.
Adamlar 1805’deki zaferlerinin yıldönümünü şenliklerle kutlamaktan utanmıyorlar da, biz İstanbul’u aldığımız için neden utanacakmışız? Hem İstanbul’u alıp da mahvetmiş olsak, tamam, utanalım. İstanbul’un 1453’deki fethini, Daniel Goffman’ın isabetle belirttiği gibi2 Bizans başkentini içine sıkışıp kaldığı köhnelik cenderesinden kurtaran, önünü açan ve ona taze kaynaklar sunarak yeniden doğuşuna zemin hazırlayan bir “rejim değişikliği” olarak sunmanın zamanı gelmedi mi daha? (Fernand Braudel’in Osmanlıların Avrupa seferlerini, Avrupa’yla konuşmak için mecburî çırpınışları şeklinde yorumladığı noktaya ise maalesef yıldızlar kadar uzağız. Braudel’in sözleri şöyledir: “Eğer İslamiyet temas arıyorsa ve gerektiğinde de, umutsuz bir temas olan kavgaya başvuruyorsa, bunun anlamı, onun Hıristiyanlığın tersine karşılıklı konuşmayı sürdürmek veya dayatmak istediği, rakibinin teknik üstünlüklerine katılmak ihtiyacında olduğudur.” 3

Silistre’yi unutmadık mı sanki?
Mesela Kırım Harbi’nin 150. yıldönümü İngiltere’den Rusya’ya, Fransa’dan Ukrayna’ya kadar bu savaşa bulaşmış bütün ülkelerde hatırlandı, hakkında kitaplar yazıldı, sempozyumlar, sergiler düzenlendi, belgeseller çekildi, gösterildi. Gelin görün ki, savaşın baş aktörü olan Türkiye’den tıs yok. Geçen yıl def-i bela kabilinden bir sempozyum yapılmıştı kapalı kapılar ardında, o kadar.
Oysa Kırım Savaşı’nı biz organize etmiş, İngiltere ve Fransa’yı biz sokmuştuk savaşa ve Rus Çarlığı’nın 1917’deki çöküşünün zemini, bu savaş sırasında döşenmişti. Yani düpedüz dünya tarihinin gidişatını etkileyen ve belirleyen bir savaştı bu. Peki hangi televizyonda bu savaşla ilgili bir belgesel izlediğinizi hatırlıyorsunuz? Özel sayı çıkaran bir dergi gözünüze ilişti mi? Onu bıraktık, bu savaş sırasındaki destanlarımızı ne çabuk unuttuk. Marx ve Engels’in yere göğe sığdıramadıkları Silistre savunmasından, Mareşallik rütbesi takılırken “Şehitliği tercih ederdim” diyen Musa Hulusi Paşa’dan, askerin morali bozulmasın diye elinin parçalandığını savaş sonuna kadar saklayan Kütahyalı Hüseyin Paşa’dan hangimiz haberdarız?4
İngilizler Trafalgar Meydanı’nda Nelson’un heykelinin ne aradığını soran bir İngilize uzaydan gelmiş muamelesi yaparlar. Bizdeyse tarihimizi yapan büyüklere uzaydan gelmiş muamelesi yapmak revaçtadır. Avrupa ile aramızdaki asıl fark da, başka yerde değil, buradadır.

1) John Lukacs, At the End of an Age, Yale University Pres: New Haven ve Londra, 2002, s. 159. 2) Daniel Goffman, The Ottoman Empire and Early Modern Europe, Cambridge University Press, 2002, s. 6. 3) II. Felipe Döneminde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, cilt 2, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, 2. baskı, İmge Kitabevi, Ankara 1994, s. 249. 4) Kütahyalı Hüseyin Paşa’nın Silistre savunmasındaki üstün şecaati hakkında aşağıdaki çalışmada bir miktar bilgi mevcuttur: Ahmet Yakuboğlu, Rengârenk Kütahya, İstanbul 1991, Türk Petrol Vakfı Yayınları, s. 16-17.[/color][/b]

[url]www.yenidunyadergisi.com[/url]

1 yorum

Bana tarihini anlat sana kim oluduğunu söyleyim.

malesef kardesim gecmisinizle utanacak hale getirdiler türkiyeyi
hatirlattiginiz icin tesekkürler.bizler almanyada evlatlarimiza gecmisinizi anlatiyoruz ve gurur duyuyoruz malesef birileri kapatmaya calisiyor ama genc nesil unutmuyor ve unutmaz.

04.02.2008 - talib

Konular