"İnayet altındayız!.."

Soru: Cenâb-ı Hakk’ın inâyetini celbeden vesileler ve onu inkıtaya uğratan sebepler nelerdir? İnâyet-i ilahiyenin kesilmemesi için bilhassa hangi hususlara dikkat edilmelidir?

Cevap: “İnâyet” kelimesi lütuf, ihsan ve iyilikte bulunmak, imdada yetişmek, görüp gözetmek ve himaye etmek manalarına gelmektedir. Tasavvuf’ta, Allah’ın kuluna yardım etmesine ve onu her türlü kötülükten korumasına inâyet denilmektedir.

İlâhî İnâyet

Kur’an hadimleri arasında bir ıstılah olarak kullanılan inâyet tabiri ise, Cenâb-ı Hakk’ın hususî iltifatıyla gayet ehemmiyetli bir davada istihdam edilmek; iman hizmetinde çoğu zaman hiç beklenmedik nimet ve ihsanlara mazhar kılınmak; en zor zamanlarda ve en kötü şartlarda dahi ihtiyar ve iktidar haricinde bir dest-i gaybî tarafından korunup kollanmak; hatta “Belki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır.” (Bakara, 2/216) ayet-i kerimesi sırrınca, zâhiren çok çirkin görünen hadiselerde bile maddî manevî pek büyük semere verecek neticelere ulaştırılmak manalarının bütününü ihtivâ etmektedir.

Hakkında açılan davaları, mahkumiyet kararlarını, sürgünleri ve hapis cezalarını dahi hep hayra yoran ve her fırsatta talebelerine “Merak etmeyiniz, biz inâyet altındayız. Zâhirî zahmetlerin ardında büyük rahmetler var.” diyen Nur Müellifi, işte bu inâyet anlayışını seslendirmiştir. Hapishane hayatını bile ilahî kaderin emri, tensibi ve sevkiyle medrese-i Yusufiye kongresine iştirak etme olarak değerlendirmiştir. Kur’an hadimlerinin ilahî himayeye mazhar kılındıklarını, her zaman Cenâb-ı Hakk’ın gözetimi altında bulunduklarını, şayet musibetlere sabır ve tevekkülle mukabele ederlerse, bir dirhem zahmetin bir batman rahmet ve sevabı netice vermesi suretinde çok kıymettar manevî faydalara nâil olacaklarını müjdelemiştir.

Aslında, kendisini i’lâ-yı kelimetullaha adayan ve bu yolla Allah’ın rızasını tahsil etmeye çalışan insanların hepsi ilahî inayete mazhardır; Peygamberler başta olmak üzere dava-yı nübüvvetin her temsilcisi istisnasız Cenâb-ı Hakk’ın görüp gözetmesi altındadır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de değişik vesilelerle bu hakikate işaret edilmektedir. Ezcümle; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e “Rabbinin hükmüne sabret. Muhakkak ki, Sen bizim gözetimimiz altındasın. Rabbini hamd ile tesbih et.” (Tûr, 52/48) denilmektedir. “Sana kimse ilişemez; çünkü, sen gözümüzün önündesin, bizim nezaretimizde sıyânet edilmektesin!” hitab-ı sübhanîsinin birinci muhatabı Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz’in, hicret esnasında, mağaranın ağzına kadar yaklaşan düşmanları görünce Habîb-i Ekrem adına endişelenen Hazreti Ebu Bekir’e “Sen hiç tasalanma, zira Allah bizimle beraberdir!” deyişi de işte o maiyyeti, o inâyeti, o riâyeti, o kilâeti ve o vekâleti ifade etmektedir.

Hazreti Nuh’un Gemisi ve Allah’ın İnâyeti

Mevlâ-yı Müteâl’in Hazreti Nuh’a, “Artık halkından, daha önce inanmış olanlar dışında, hiç kimse iman etmeyecek. Öyleyse o kâfirlerin yaptıklarından dolayı kederlenme de, Bizim gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda, gemiyi yap ve o zalimler lehinde Ben’den hiçbir ricada bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır.” (Hud, 11/36-37) şeklindeki hitabında da ilahî inayetin nazara verilmesi söz konusudur.

Nuh Aleyhisselam’ın gemisi bütün olumsuz şartlara rağmen batmamış, o azgın dalgalar arasında yol alarak kazasız belasız sahile çıkmıştır. Oysa, yer kabuğunda kırılmaların meydana geldiği, bazı kara parçaları denizlerin altında kalırken suyu tamamen çekilen bir kısım denizlerin de toroslara dönüştüğü ve yeryüzünün bambaşka bir şekle bürünmesine sebebiyet veren jeolojik hareketliliklerin cereyan ettiği öyle bir hengamda bir geminin suyun üzerinde selametle ilerleyebilmesi mümkün değildir. Günümüzün teknolojisiyle inşa edilen bir transatlantiğin dahi o türlü bir musibetin üstesinden gelmesi neredeyse imkansızdır. Bundan dolayıdır ki, meseleyi sebepler açısından değerlendirirken, Elmalılı Hamdi Yazır gibi bazı âlimler Hazreti Nuh’un gemisinin daha sonraki dönemlerde kaybolan çok ileri bir teknolojinin eseri olduğunu söylemişler; mevzuyla alâkalı ayet-i kerimede geçen “vefâret tennûr - tennur kaynadığı zaman” ifadesindeki ocak ve fırın manasına gelen “tennûr” kelimesinden o geminin buharla çalıştığına dair istinbatta bulunmuşlardır.

Hazreti Nuh’un ve tâbilerinin mucizevî kurtuluşlarına vesilelik eden gemi (ya da gemiler) nasıl bir teknolojinin ürünü olursa olsun, asıl üzerinde durulması gereken husus o geminin hem inşasının hem de seyr ü seferinin “bi a’yuninâ - Bizim gözetimimiz altında” iltifatına mazhar kılınmasıdır. Hazreti Nuh, gemisini inâyet-i ilahiye ile yapmış, onun üzerinde maiyyet-i sübhaniye sayesinde yol almış ve nihayet Cenâb-ı Hakk’ın riâyetinde hedefine varmıştır. Dümeninde ilahî inâyetin sevkettiği bir el bulunan o gemi dev dalgalara rağmen batmamıştır.

Başka bir münasebetle, Sadi Şirazi, “Ne gam o gemidekilere ki, dümende oturan sensin ya Muhammed!..” der. Evet, kaptanlığını İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı bir gemi de asla batmayacaktır; zira, Habib-i Ekrem ve onun tayfası her zaman Cenâb-ı Hakk’ın koruyup kollamasına mazhardır.

İnâyeti Celbeden Vesileler

Bu itibarla, i’lâ-yı kelimetullah yolunda ve Allah’ın rızası peşinde koşturan insanlar umumi manada Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti altındadırlar. Bununla beraber, bir kısım sıfatlar vardır ki, bilhassa onlar inâyeti celbeder ve Mevlâ’yı Müteâl’in hususî lütuflarına zemin hazırlarlar. Bu sıfatların başında özellikle Enbiyâ-yı izâm efendilerimize ait evsâf-ı âliye gelir; hususiyle sıdk, emniyet, tebliğ, fetanet ve ismet vasıfları en mühim inâyet vesileleridir.

Ömrünü doğruluk ve sadâkat çarkı üzerinde döndürüp durarak, Cenâb-ı Hakk’a, Rasûlullah’a, iman davasına, dinî hayata ve inananlara sâdık kalan; güvenilirliği şahsiyetiyle bütünleştirerek, elinden dilinden kimseye zarar gelmeyeceğini her tavrıyla ortaya koyup herkese emniyet telkin eden; hem tebliğ hem de temsil ile Din-i mübînin ulvî hakikatlerini anlatmayı ve her fırsatı “emr-i bi’l-mârûf, nehy-i ani’l-münker” istikametinde değerlendirmeyi hayatının gayesi bilen; irşat vazifesinde, akıl, mantık, kalb, gönül, his ve sair duygulardan hiçbirini ihmal etmeyerek, bedevîsinden en medenîsine kadar herkesi vahyin aydınlatıcı tayflarından nasiplendiren; bütün bunları yaparken de günahlara girmemek, laubali davranmamak ve ciddiyetsizliğe düşmemek için azamî gayret göstermek suretiyle tam bir iffet âbidesi olarak yaşayan her insan ilahî inayetin celbi ve temâdîsi adına çok önemli vesilelere tutunmuş demektir.

Evet, Enbiyâ-yı izâmın sıfatlarını zılliyet planında temsil eden insanlar inâyete liyakat kesbetmiş sayılırlar. Bu âlî vasıfları korudukları sürece onlar da hususi hıfz ve riâyete nâil olurlar.

Diğer taraftan, sıfat açısından olduğu gibi amel bakımından da inâyetin bir kısım vesileleri vardır:

Bu amellerin başında Allah’a teveccüh gelir. Güne bakan çiçeklerin güneşe yöneldikçe adeta gülümsemeleri ve daha bir serpilip gelişmeleri misillü, insanlar da ancak yüzlerini Cenâb-ı Hakk’ın dergahına çevirirlerse hem şahsî hayatları hem de iman hizmetine müteallik işleri zaviyesinden inkişaflara erişebilirler. İnsan, hiçbir zaman gözünü O’nun kapısından ayırmamalıdır ki seviyesine göre nazar ve teveccüh esintilerinden istifade edebilsin. Yoksa, O’na teveccühte kusur eden, nazar-ı merhamet ve şefkatten mahrum kalır; ubûdiyetle O’na yaklaşma azminde olmayan da hizlâna uğrar. “Bana bir karış yaklaşana Ben bir arşın yaklaşırım.” beyanı da bu hakikati ifade eder. Bu itibarla, ilâhî inayete mazhariyet, bilhassa Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh, teveccühte devam ve O’nun da bu mütemâdî yönelişe karşı merhamet teveccühleri sayesinde gerçekleşir.

İman hizmeti adına yapılan işler ve elde edilen başarılar ölçüsünde mahviyet ve tevazuun artması da inâyet-i ilahiyenin temâdîsi için çok önemli bir davetiyedir. Hâlis bir mü’min, her muvaffakiyetin Cenâb-ı Hakk’ın lütfu, bereketi ve ihsanıyla olduğuna yürekten inanmalı; böylece hem şirkten kurtulmalı, hem nefis ve şeytanın bencillik adına pompalayacağı vehimlerden uzak kalmalı, hem de acz ü fakr duyguları içinde her zaman Mevlâ-yı Müteâl’e gönül bağlamalıdır. Evet, haddini bilmek ve acz ü fakr hisleriyle O’na yönelmek, ilâhi rahmet ve inâyetin imdada yetişmesi için en makbul bir niyazdır.

Hakk’ın İnâyetine Sunulan En Güçlü Dilekçeler

Sâniyen; Allah’ın (celle celâluhu) inâyetine kapı aralayan diğer husus sebeplere riâyettir. İnsan, esbâb dairesinde yaratıldığından, Müsebbibü’l-esbâba tam itimat etmekle beraber, her zaman sebepleri yerine getirmekten de mesuldür. Aslında, esbâba teşebbüs, fiilî bir duadır. Sebepleri gözetmek, isteneni îcad etmek için değil, beklenen neticeyi lisan-ı hâl ile Cenâb-ı Hak’tan dilemek için bir vaziyet almaktır. Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in mücahede meydanında bir taraftan Mevlâ-yı Müteâl’e dua dua yalvarması, diğer yandan da birbirinden farklı fevkalâde tabyalar kurarak ve üst üste iki zırh giyerek sebepler planında gerekenleri yapması bu mevzuda çok önemli bir derstir.

Sâlisen; Allah’ın inayetine çağrı sayılabilecek önemli dinamiklerden bir başkası, ulaşılmak istenen hedef (rıza-yı ilahî) istikametindeki gayretlerin hiç kesilmemesi, hep sürüp gitmesidir. Zira, çok çalımlı başladığı halde temsilcilerinin ya yorulmalarından, ya bıkmalarından, ya da ülfete takılıp çalışmayı bırakmalarından dolayı kısa sürede yıkılıp giderek birer tarihî malzemeye dönüşmüş nice dâvâlar vardır. Aksine, birkaç sâdık ve vefalı mümessilin, Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine davetiye mahiyetindeki sabırlı ve mütemâdi cehdleri sayesinde zamanla gelişip boy atmış ve dört bir yana yayılmış mefkureler de az değildir.

Râbiân; inâyet-i ilâhiyenin çok büyük bir vesilesi de vifak ve ittifaktır. Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla; kendi değerleri itibarıyla toplanınca sadece on altı eden dört tane dört, eğer sırr-ı uhuvvet, ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verirlerse, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kıymeti kazanırlar. Bunun gibi, on altı fedakâr kardeşin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi de ihlâs sırrı ile öyle ziyadeleşir ki, ayrı ayrı duran dört bin kişinin gücünden daha fazla olur. İnsanlık tarihine dikkatle bakılırsa, bu hakikate şahitlik eden pek çok hâdise görülebilir.

Bu cümleden olarak; Mute’de mücahede etmek üzere yola çıkan Zeyd b. Hârise komutasındaki müslümanların sayısı en fazla üç bin idi. Karşı cephede ise, Roma’nın mekanize birliklerinin de desteğiyle oluşan neredeyse yüz bin kişilik bir ordu vardı. Öyle ki, mü’minlerin herbiri otuza yakın düşmanla savaşmak mecburiyetindeydi. Buna rağmen, hususiyle savaşın sonuna doğru komutayı devralan Hazreti Hâlid’in vesilesiyle ve tabii ki Allah’ın inayetiyle, müslümanlar düşmana bir hayli kayıp verdirmiş ve bol ganimet elde ederek Medine’ye sağ-salim geri dönmüşlerdi. Evet, Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin azamî ihlas içinde, aynı maksat etrafında bir araya gelmeleri ve vazife tutkusuna bağlı olarak, kardeşlik sırrıyla tek çizgi üzerinde birleşmeleri, onlara maddi güçlerinin çok çok üstünde bir kıymet ve manevî kuvvet kazandırmıştı.

Kezâ; Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine sunulan en güçlü dilekçelerden birinin vifâk ve ittifak olduğu, en son Çanakkale destanında ve topyekün millî mücadelede de açıkça müşahede edilmiş; fakr u zaruret içindeki bir milllet, ihlas sırrı ve uhuvvet bağı ile el ele verince, kendisinden kat kat büyük orduları yenmişti. “Allah’ın (kudret) eli, hepsinin ellerinin üstündedir.” (Fetih, 48/10) ayet-i kerimesiyle ve “Allah’ın inâyet ve kudreti cemaatle beraberdir.” hadis-i şerifiyle vurgulanan hakikat bir kere daha tecelli etmişti.

Sözün özü; her Kur’an talebesi belli ölçüde inâyet-i ilahiyeye mazhardır. Şu kadar var ki, bu inâyetin celbi ve devamı için, hem hususiyle sıdk, emniyet, tebliğ, fetanet ve ismet sıfatlarıyla muttasıf olmak, hem de bilhassa Allah’a teveccüh, esbâba riâyet, hizmette temadî ve ittifak arayışı misillü sâlih amellere yapışmak gerekmektedir. Bu hususlara dikkat eden bir Hak eri, iman hizmetinde hiç umulmadık anlarda sürpriz ihsanlara mazhar kılınacak, en olumsuz şartlarda dahi bir gizli el tarafından korunup kollanacak ve zâhiren çok çirkin görünen hadiselerde bile maddî manevî pek büyük muvaffakiyetlere ulaştırılacaktır.


Konular