Şerde Gizli Hayırlar

“YERYÜZÜNE KENDİNİ ve evreni tanıyıp düşünmek için gelen insanlardan, sokakta yatacak yeri olmayan insanlar, dilenciler, tiner çeken insanlar, küçükken annesi tarafından sokağa yalnızlığa atılan insanlar, aç çıplak insanlar… işte onlar hayatta nasıl başarılı, güvenli bir yaşam sürecek?”


“Önce sorular yaşanır”, R.M. Rilke


I.


İblis dedi: “onlara sağlarından yaklaşacağım.” A’raf Suresi 17


RAHMET GÖRÜLMEYİNCE



ARADAN NE KADAR ZAMAN GEÇTİi, iki-üç hafta kadar mı, tam olarak bilemiyorum. Bu süreç içerisinde, defalarca aynı noktaya kilitlenerek düşünmüş ve yıllar önce yaşadığım bir hadiseyi hatırlamış olarak yeniden tuşların başındayım .. Sanırım yirmili yaşların başlarındaydım. Yaşantım İslâmiyet’le tarifin güç olduğu bir hızla buluşmuştu. Bir açıdan kalbim bu buluşmanın tesiriyle huzur doluydu. Bir başka açıdan ise Kur’anın ve okuduğum kitapların kapılarını araladığı iman ülkesinin ihtişamı karşısında şaşkındım. Bu buluşmadan önceki düşüncelerim nasıl da hatalıydı. Gözlerimi kapattığım zaman, sonsuz bir karanlığın ortasında çöküp kalmış bir vaziyette bulurdum kendimi. O ise, sonsuzun ötelerinden parlayan, fakat uzaklığı nedeniyle benim bulunduğum ortama ulaşamayan bir yıldız, zifirî bir karanlığın ve uzakların ötesinde, ısısını hiç mi hiç hissedemediğim bir güneş gibi görünürdü her seferinde. Çevremde aydınlanabilecek hiçbir şey de yoktu zaten. Yer bile yoktu, boşluk ve karanlıktı sadece.


Oysa, imanın aydınlığı içerisinde her şey canlanıvermişti çevremde. Bakışımı yönelttiğim her yön dost simalarla dolmuştu. Ve O her şeyi aydınlatacak derecede yakındı artık. O’nun hükmünün geçmediği, tasarrufundan uzak bir tek zerrecik bile yoktu. Her şey O’nun hükmü altında, her şey O’nunla, her şey perdesiz O’ndan görünüyordu perdesi yırtılmış gözlerime…


İşte, tam bu îmanî berraklığın ortasında yakama hüzünlü bir soru yapışıverdi: Beni çirkefin en uç noktasından, bataklığın en derin yerinden çekip çıkaran rahmet, neden diğer insanları da kurtarmıyordu? Benim daha önce içerisinde bulunduğum bataklığın ortasında, uzaktan yakından ilişki içerisinde olduğum onlarca, yüzlerce insan vardı çevremde. Onların bir kısmıyla bazen geceler boyu sabahlara kadar konuştuğumuz oluyordu. Ama hayır! Her seferinde bu çabalar sonuçsuz kalıyor, her seferinde yine, yeniden başladığımız yere dönüyorduk. Oysa yürekler O’nun parmakları arasında değil miydi? Bir tek dilemesi yeterliydi onların tümünün kendisine dönebilmeleri için… Üstüne üstlük hazıra sevdalı duyguları vardı insanların. Ve bu insanların büyük bir kısmı “İslâmiyet, falan derken hazır lezzetlerden olurum” korkusuyla kabul etmek istemiyordu, biliyordum. Dünya ise insanı büyüleyecek derecede güzel yaratılıyordu. Bir de İblis vardı tepemizde. İblis çağırıyor, çağrısına icabet ediliyordu. İcabet edilmeye neredeyse mecbur kalınıyordu bu hazıra sevdalı duygular ve yaratılan güzellikler sebebiyle. Birazcık daha çirkin yaratsa olmaz mıydı dünyayı? Hem İblisi çekip alsa tepemizden insanlar kim bilir nasıl, topluluklar halinde O’na koşacaklardı! O’nun istediği de zaten bu değil miydi?


Bu duyguların ve düşüncelerin kalbimi en derinden yaktığı bir gece, çoğu zaman gözyaşlarıyla, bir küçük odada sabaha kadar dönüp durdum. Neden! Neden! Neden! diye… Yalnız olduğum için, o yoğun duygulardan beni çekip çıkaracak bir kimse de yoktu çevremde. Sabah namazını bitkin ve hüzünlü bir halde kılıp yattım...


Rüyamda haşir meydanındaydım, tutuklanmıştım! Her tarafta derin bir karanlık, meydandaki varlıkları neredeyse sıcaklıklarından görebileceğiniz bir basıklık ve sıkıntı hüküm sürüyordu. İki yanımda göremediğim, sadece karaltılarını fark edebildiğim iki dehşetli varlık vardı. Beni kollarımın altından yakalamış, O’nun huzurundan cehenneme doğru götürüyorlardı. Son derece şaşkındım, neden tutuklandığımı anlayamamıştım. Tam bu esnada o güçlü ve kahırlı sesi işittim.. başımı geriye, O’nun huzuruna doğru çevirdim. Haşir meydanını kaplayan zifirî karanlığın yukarısından geliyordu insanı kapsayan bu ses! “Hem ona …İsrâ, Felak, Nâs… surelerini de okuyun ki, bilsin neden böyle olduğunu!” diyordu. Kuran’dan altı surenin ismini saymıştı. Dehşet içerisinde uyandım. Uyanır uyanmaz, hatırımda kalan bu üç surenin içerisine dalıverdim. Anlaşılan müthiş bir hata yapmıştım! Neydi bu hata?




II.


“Lütf-u kahrı şey’i vahid bilmeyen çekti azâp. Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi…”[1] Niyâz-ı Mısrî

“İnsan hayra dua eder gibi, şer için dua etmektedir. İnsan gerçekten çok aceleci olmuştur.” İsrâ Suresi, 11


RAHMETİN İKİ AYRI YANSIMASI: HAYIR VE ŞER



İLK KAVRADIĞIM Felak ve Nâs surelerindeki hakikat olmuştu. İblisten ve iblisleşenlerden O’na sığınmamız isteniyordu bu iki surede. Ben sığınmıştım ve kurtarılmıştım. Benim kurtulmalarını istediklerim de sığınmayı tercih etseler, onların da kalpleri küfürden imana, halleri gafletten huzura çevrilecekti. Hüküm açıktı! Tercih, hür irademize bırakılmıştı. Kudretinin zorlaması altında yapılan bir tercihin varlığını istemek, aynı zamanda insanı insan yapan hürriyetin de ortadan kalkmasını istemekti. Hem zor altında yapılan bir tercih, nasıl tercih olabilirdi?


İnsanın benliğine yerleştirilmiş hürriyetin açığa çıkabilmesi için tercihe, tercihin olabilmesi için şıklara ihtiyaç vardı. Şıkların tümünün aynı olduğu bir ortamda tercihten de söz edilemezdi. Mesela aynı çay bardaklarına konulmuş niteliği ve niceliği tamamen aynı olan bir çay servisinde, “dilediğini tercih edebilmek” ile; farklı dem oranlarında ve farklı bardaklarda çayların, kolaların, meyve sularının, ayranların.. bulunduğu bir serviste “dilediğini tercih edebilmek” kesinlikle aynı şey değildi. Birincisinde herkes aynı çayı özgürce(!) yudumlamak zorunda kalırken, ikincisinde kimi demli ve küçük bardaktaki çayı, kimi kaysı suyunu, kimi ayranı, kimi kolayı .. tercih edecek, tercihinin neticesinde seçtiğini de gerçekten özgürce içebilecekti. Seçeneklerdeki çokluk ve ihtilaf, özde var olan özgürlüğün açığa çıkabilmesini kuvvetlendirecek ve temin edecekti. Özgürlük ise iradenin kuvvetlenmesi ile sonuçlanacaktı. Herhangi bir tercih durumunda bırakılmadan, büyüklerin tercihleri ile büyütülen çocuklarda açığa çıkan irade zafiyetinin en temel nedeni de buydu işte. Tercih yoksa hürriyet yoktu. Hürriyet yoksa irade en zayıf halinde takılıp kalacaktı.


Farklılığın yüksek boyutu ise ihtilaftı, yani zıtlardı. Zıtların en yüksek boyutu ise, hayır ve şerdi. Yaşantımızın ortasına hayrı ve şerri koyan Zât, hayır ve şer denklemindeki özgürce tercihlerimizle, benliğimize taktığı hürriyetin ve dolayısıyla iradenin kuvvet bulmasını istemişti. Bunda en küçük bir şer bile yoktu. Bizi zor tercihler ikileminde bırakan şerler, bizdeki özgürlüğün ve iradenin kuvvet bulmasının temeliydi. Şerri istememek, iradesi zayıf insanların varlığını istemekti aynı zamanda ve bu istek kesinlikle, şerlerin varlığından daha büyük bir şerdi.


İsrâ suresi ise, bir gece yürüyüşünü anlatarak başlıyordu. Herhangi bir yürüyüş değildi bu. En düşük mertebedeki dünyadan, Alemlerin Rabbi olan Zât’ın huzuruna doğru yükselen bir yürüyüştü. Sadece hayır diyarı olan Cennetten indirilerek, hayırların ve şerlerin hüküm sürdüğü bir diyar olan dünyada yaratılmasıyla, insana iki kapılı bir seçenek sunuluyordu. Hayrı tercih ederek, yaşantısını buna göre düzenleyen ve düşünüşünü O’na çeviren için hayat, Alemlerin Rabbi olan Zât’ın huzuruna doğru yükselen bir yolculuğa dönüşüyordu. Bu yolculuk, insana verilen erdemli duygularla zaten takviye edilmiş durumdaydı. Hiçbirimiz alçalmaktan, alçaklıktan, hoşlanmıyorduk. Yükselmek, erdem sahibi olmak sevdirilmişti bize.


Diğer taraftan, şerri tercih ederek insaniyetinin gereği olan hayrı terk eden, hazırı tercih ederek akıbeti unutan, insanca yaşamayı terk ederek hayvanca yaşamayı tercih eden için hayat aşağıların aşağısına doğru batan çıkmaz bir yoldu. Bu yolun sonunda çıkışın olmadığını görerek diğer yolu fark etmiş, böylece tercih durumuna gelmiş biri olarak, bataklığın dahi rahmet olduğunu yaşayarak şükreden biriydim zaten. Evet, bataklıktaki sıkıntı dahi rahmetti. Çünkü, bu sıkıntılar bize gittiğimiz yolun bizim yolumuz olmadığını sürekli ihtar eden birer melek gibiydiler. Tüm bu tercihler ve bu tercihler neticesinde açılan kapılar, hayır ve şer denklemi içerisinde yaratılmış olmanın birer meyvesiydi işte. Şerrin olmadığı bir ortamı istemek insanın erdem sahibi bir kul olarak Rabbine muhatap olmasını netice veren yolun kapanmasını da istemekti. Ve kesinlikle, Felak ve Nâs surelerindeki sığınma ihtarı neticesinde fark etmiş olduğum ‘hürriyetin önünün tıkanmasını istemek’ gibi büyük bir şerdi. Küçük şerlerden insanı kurtarmak için büyük hayırlardan mahrum kalmasını istemekti bu. Çocuğu küçük bir sınav sıkıntısından kurtarmak için, okuldan, okumaktan mahrum etmekten bin beterdi bu istek. Çünkü okumamakla açığa çıkan şerrin bu dünya hayatıyla sınırlı kalma ihtimaline karşılık, şerlerin ortadan kalkmasıyla insan hayırlardan ebediyen mahrum kalacaktı. Elbette ki, şerlerin insanı çepeçevre kuşatmasından da O’na sığınmak gerekirdi. Ancak, şerlerin olmadığı bir hayatı istemek şerrinden de aynı oranda sığınmak gerekmekteydi. “İnsan hayra dua eder gibi şer için dua eder. İnsan gerçekten aceleci olmuştur.”[2] diyordu İsrâ suresindeki ayet. Aman Allah’ım! Böylesi bir şerden, bu ölümcül isteklerden sonsuza kadar Allah’a sığınmak gerekmez miydi?


Ahir zaman gecesinin insanları olarak, Resûlullah’ın hayatının sıkıntılarla sarıldığı, bu nedenle İslâm’ın bir nevi gecesi olan Mekke hayatında, Mescid-i Haram olan Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya kadar seyir ile geçen bu hadiseden; ve nihayetinde Rabbiyyle buluşmasıyla sonuçlanan Mirâç yürüyüşünden; ve bu gece yürüyüşü ile başlayan İsrâ suresinden alacağımız çok büyük dersler vardır. Burada bu güzel surenin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Anlattıklarım ilk planda hissettiklerim ve fark ettiklerimdir. Tüm bu düşünüşler neticesinde gizli isyanım, ciddi bir istiğfarla sonuçlandı. Ve bir daha asla isyan boyutuna vardırmadan sordum rahmetine ve hikmetine karşı kalbime gelen soruları. Bulamadıklarımı ise hiç kimselere açmadan beklettim cevabı açılıncaya kadar. Çünkü, cevapsız sorularla kimseyi düştüğüm hatalara düşürmek istemiyordum. Bir haşri ve müthiş bir mahkemeyi bekleyen insan yaşantısı hariç tüm kainatın; yani, var olan her şeyin her şeyiyle rahmetini, keremini ve hikmetini gösterdiği, bana ellerimi, gözlerimi, duygularımı ve nihayet sorgulayan aklımı ikram eden bir Zât’ın rahmetini ve izzetini incitmek de istemiyordum. Cevapsız bir soru mümkün değildi O’nun için, artık biliyordum. Tüm bu güzellikleri mükemmellikleri, kalpleri ve akılları yaratan; kalpleri ve akılları tatmin etmekten de aciz değildi. Madem ki kalbe bir soru gelip oturmuştu, bu dünyada hikmeti gereği cevap vermese bile, ahirette mutlaka cevap verilecekti. Bu düşüncelerden ve hislerden sonra sorularımın tümünü içimde saklayarak kendimi okumaya verdim. Nihayetsiz şükürler olsun ki, okumaların içerisinde bir çok sorunun da kapıları aralanıverdi. Ve her açılan kapı, verilen her cevap aynı zamanda insanı yaratan ve muhatap alan Zât’ı tanımak için yeni bir sorunun da başlangıcı oldu…




III.

“Güldüren de O’dur ağlatan da…” Necm Suresi, 43


BAŞARI VE BAŞARISIZLIK, MUTLULUK VEYA MUTSUZLUK, HAYIR VE ŞERRİN TARİFİ OLABİLİR Mİ?



ARADAN GEÇEN ZAMAN İÇERİSİNDE düşünüşüm değişmese de, farklı yönleri fark etmeyi nasip etti Rabbı Rahîmim. Bu yönlere girmeden önce soruyu ‘soruna’ dönüştüren bir kaç noktayı açmaya çalışacağım. İhtimal ki ‘soru’nun bir sorgulama olarak kalmaktan öte, sorunsallaşmasının altındaki nedenler bu paradoksal noktalarda gizlidir.


Çevremizdeki varlıklara, özellikle hayvanlara dikkat edilirse, insanın bu dünyaya mutlu bir yaşam sürmek ve başarılı olmak için gönderilmediği fark edilecektir. En mutlu yaşayanların ve en güzel başarıya zorlanmaksızın ulaşanların hayvanlar olduğu görülecektir. Örümcek evini başarıyla kurar, kuş da yuvasını. Kurbağa ihtiyacı olan böceği başarıyla yakalar… Başarısız ve mutsuz bir hayvan yoktur. Demek ki, hayvanlar bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Düşünsel bir hafıza sahibi olmadıkları için geçmişin elemini taşımazlar ve yorum kabiliyetleri olmadığı için de gelecek kaygısı duyumsamazlar. Lezzetlerini bulandıracak geçmişin elemleri ve gelecek kaygıları bulunmadığı için de, sadece bulundukları anın içerisinde gerçek bir lezzet alırlar. Buna karşılık hayvanlara oranla fazladan bir çok özelliği ve derinliği bulunan insanlardan, her yaş ve statüde başarısız ve mutsuz olan insan sayısı oldukça fazladır.


Başarı ise, ancak O’nun bir ihsanıdır ve insan bu nedenle başarıyı hedef haline getirmemekle yükümlüdür. Güldüren de O’dur ağlatan da; başarı ihsan eden de, mağlup bırakan da… Bizden istenen sadece doğru yolda hedefe doğru koşmamızdır. Bu nedenle hayırlı bir niyetle tercihte bulunan fakat bu tercihinin neticesine ulaşamayana yapmak istediği hayrın sevabı ihsan edileceği, isabet ederse, kat be kat fazlasının verileceği söylenmiştir. İnsan başarıyı hedef haline getirince, gidiş yolundan çok neticeyi düşünecektir. Dolayısıyla da, hedefe varmak için çok zulümlere bulaşabilecektir. Bir insan iyi elma ile kötü elmayı birbirinden ayırt edebiliyorsa, şuur sahibi demektir ve bu hal iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebilir bir durumda olduğunun göstergesidir. İnsandan istenen hangi mertebede ve durumda olursa olsun, iyi ile kötüyü imkanları nispetinde ayırt ederek, iyi gördüğü yöne doğru yokuşu tırmanmaya başlamasıdır.


Peygamberlerden görünüşte başarısız gibi algılanabilecek olanlar da vardır. Bazısının bir kaç kişiden fazla ümmeti olmamıştır. Bazılarının aileleri dahi onlara iman etmemiştir. Onların çektikleri fiziksel sıkıntılar, ve şefkat sebebiyle çektikleri düşünsel sıkıntılar dikkate alınacak olursa, erdemin de fiziksel sıkıntıyı giderici bir yol olmadığı açığa çıkacaktır. Düşünsel mutluluk ise, düşünce sınırlarıyla ilişkili bir mutluluktur. Düşüncesi ile tatmin olabilen biri için bu mutluluk mümkündür. Ama insan ne kadar sığ düşünürse o kadar rahat tatmin olabilecektir. Oysa, derin düşünceler çoğunlukla mutsuzluk ve hüzün nedenidir. Bu nedenle, yaşantısına dışarıdan bakıp hüzün duyduğumuz, fiziksel sıkıntılar içerisinde yaşamak durumunda olan bir çok insan, derin sorgulamalara dalan insanlar kadar sıkıntı çekmezler. Fakat, dışarıdan bakarak onların durumlarını kavramaya çalışan insan, düşünceleri sebebiyle onlardan daha büyük bir sıkıntı içerisine girebilecektir.


Ancak, en yüksek lezzet olan ruhsal lezzet, bu sıkıntıların içerisinde saklıdır. Annelerin bebekleri sebebiyle sıkıntılara katlanmaları gibi, onların da sıkıntıların içerisinde vazifelerini yerine getirmeden aldıkları ciddi bir lezzet vardır. Hatta hayatı bile hiçe saydırabilir feragatteki, insanın kendini aşmasındaki bu lezzet. Ama böyle bir lezzet de ancak insanın hangi mertebede ve durumda olursa olsun kendini aşmasıyla mümkündür ve herkes için açık olan bu kapıdan geçebilmek, herkes için yeter derecede zordur.


Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, arzular gibi kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun hisleri yoktur. Nûranî bir idrak içerisinde çok yüksek bir lezzet alırlar. Onların lezzetleri hamd ve tesbihlerinin içerisinde yaratılmaktadır. Aynı bizim güzel düşüncelerden ve konuşmalardan aldığımız lezzet gibi.


İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problemdir zaten. Ayrıca ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek bir mahiyeti vardır insanın. İnsandaki sorular bu nedenle sorunsallaşır, yaşantısını doğrudan menfaati olmayan bir noktaya taşırlar. İnsanı insan yapan sır da, doğrudan bir faydalanması olmadığı halde gerçeği takip edebilmesinde saklıdır.


VAROLUŞA DAİR küçük bir not:


İnsanın kendini tanımaya çalışması ve evrendeki harikulade yaratılışı fark etmesi asıl yaratılış amacına hizmet edebilecek önemli noktalardır. Ancak, insan yeryüzüne kendini ve evreni tanıyıp düşünmek üzere gönderilmemiştir. İnsanın yaratılış amacı nedir?


Şu hayattan kasıt, yani şu dünya hayatın yaratılma gerçeği ancak insanda gerçek anlamını bulur. Çünkü tüm şu âlemi dolduran varlıkların hali ve akışı, insana yönelmişliği, şu varlık ağacının meyvesinin insan olduğunu işaret edip göstermektedir. Yani şu âlemde merkezde olan insandır. İnsanın varoluşuna dikkatlice bakılınca insandan murat edilen şeyin Resûl-ü Ekrem’in ‘ihsân’ [3] diye tarif ettiği “görmediği Allah’a görürcesine kulluk etme”, perdeli bir diyarda perdesiz bir şekilde Rabbine muhatabiyet olduğu görülür. Yani insan hayatının merkezinde olan ise ‘ihsan’dır. ‘Güzellik’ anlamını taşıyan ihsanın en güzel hali ise huzurda huzurlu bir muhatabiyettir. Bu ise ancak ‘şükür’ halidir.


Bu perdeli diyarda, böyle bir şükür vazifesini yerine getirebilmek için düşünebilecek akıllar, idrak edebilecek şuurlar; hafıza, hayal, irade, vicdan.. nimetleri; lezzetleri algılayacak nefisler ve Rabbini tanımaya merdiven olabilecek benlik duyguları, tutabilecek eller, yürüyebilecek ayaklar, görebilecek gözler, işiten kulaklar, konuşabilen, ifade edebilen ağızlar… verilmiştir insana. Ve nihayet, her türlü nimetinin madeni olarak hayat nimeti ihsan edilmiştir. Bu nimetlerin tümü, terk edildiklerini düşündüğümüz ve onlar için üzüldüğümüz insanlara da verilmiştir ve verilmektedir. O’nun terk etmesinde bile, şerrin yaratılmasındaki hayrı gösterdiğimiz tüm nedenlerle kesin bir hayır vardır. Ve bu terk, sadece görünüşte bir terktir. Gerçekte ise, herkes terk etse de Rahmet-i ilahiye terk etmemiştir, etmemektedir, etmeyecektir bu dünya var olduğu, hayat devam ettiği sürece hiç kimseyi…[4]




IV.


İblis “Dedi: beni azdırıp saptırmana yemin ederim ki, senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra onlara ellerinin aralarından, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşacağım. Ve Sen onların büyük bir kısmını kendine şükredici bulamayacaksın.” A’raf Suresi 16, 17


ŞER TAHRİKÇİSİ OLARAK İBLİS VE İNSANA KAZANDIRDIKLARI



İBLİS'İN İBLİSLEŞEREK —ümitsice— insana saldırı başlatmasından önce, Alemlerin Rabbi hakkında dehşetli bir iddiası vardır. Bu iddia Kur’andaki birçok ayette, özellikle de A’raf suresindeki ilgili ayette geçmektedir. İblis, Yaratıcısına karşı yeminle “tuzaklar kurarak beni sen saptırdın, yoksa ben sapıcılardan değildim!”; yani,“zemin senin tarafından bu kadar kaygan hale getirilmeseydi, ben kaza yapmayacaktım” demektedir.


İblisin iddiasının nedeni Zât’ı Akdes’in Âdem’i yarattıktan sonra, şuur sahibi tüm varlıklara, Âdem’e secde etme emri vermiş olmasıdır. Yarattığı tüm şuur sahibi varlıkları, bu varlıkların Zât’ına karşı olan itaatlerinin gerçekten kendi özlerinde açığa çıkan bir itaat olabilmesi; yani, bu itaatlerin içsel bir boyuta taşınması için, bir kez dahi olsa sınavdan geçirmiştir. Ve Allah, bir sınav olarak şuur sahibi kullarına Âdem’e secde emrini vermiştir. Bu sınavı iblis hariç tümü olması gereken şekilde vermiştir. İblis hariç tümü secde etmiş, İblis itaat etmemiştir. Bu itaatsizliğine delil olarak da, Âdem’in yaratılışındaki kalitesizliği göstermiştir. “Sen onu topraktan yarattın, beni ise ateşten; ateş topraktan daha üstündür, ben ona secde etmem!” diyerekten de insanın kalitesizliğine delil getirmiştir.


Cenab-ı Hakkın varlığının ve Zât’ının aşikar yaşandığı bir ortamda İblisin bu kadar rahat isyan edebilmesi oldukça düşündürücüdür. Nimetleriyle donatılmış olarak var edilen bir mahluk, varlığının O’nun ipine, O’nun emrine asılı olduğunu yaşadığı, hissettiği bir ruh halinde isyana yönelmesi, iddialaşması imkansızdır. Demek ki, İblis kendi varlığının O’nun ipine asılı olduğunu hissetmemektedir. O’nun iç aleminde oluşan duygularda, Cenab-ı Hakkın yaratmakta olduğu bir zeminde değil de, kendi başına var olan bir zeminde yürüdüğü zannı ağır basmaktadır. İblis bir mahluk hissiyatıyla değil de, ezelden beri var olan, fakat buna delil bulamayan, bu noktada tereddütleri bulunan birinin halet-i ruhiyesiyle, bir rakibine isyan eder gibi Cenab-ı Hakka isyan etmiştir, iddialaşmaya girişmiştir. Görünen o ki, İblis O’ndan emin değildir… İblis Cenab-ı Hakkın varlığını bilmekte, fakat O’na iman etmemektedir.


Gerçekte secde Adem’e değil, emrin kendisine, dolayısıyla emri verenedir. Ancak İblis secde etmemesine delil olarak getirdiği cümlelerle, kul olan bir varlığın olabilecek en büyük hatası olan gizli kibrini açığa vurmuştur. Bu hatasından sonra mühlet istemiş, aldığı mühleti kendini sorgulayarak hatasından dönüş imkanını yakalamak yerine, kendi sapışını olağan göstermek kastıyla kullanmıştır. Ve bu kastını gerçekleştirmek, zemin bozulduğu zaman düşüşün nasıl olağan hale geleceğini Allah’a ispat etmek için, düşüşüne sebep olarak gördüğü insanın yaşamsal zeminini bozup durmaktadır.


İşte tam bu noktada ilginç bir durum açığa çıkmaktadır. İblisin saldırılarına hedef olacağı aşikar olan insan, koruma altına alınarak İblisin şerrinden emin kılınması gerekirken, İblisin daha rahat saldırabileceği korumasız bir alana, dünya hayatına indirilmektedir. Bu da yetmiyormuş gibi İblisin elinde müthiş silahlara dönüşebilecek her şey yaratılıp önüne konulmakta; yani manen “Haydi ey İblis, yap yapabileceğini!” denilmektedir. İnsan açısından bu iddialaşmadaki ve pervasızlıktaki hakikat nedir? İblis’i aşikar görmekten de mahrum olan ve bu nedenle daima savunma durumunda kalmak zorunda bulunan insanın bu savunmadan menfaati nedir, istifadesi nasıl olacaktır?


Kainata dikkat edilecek olursa, israfın olmadığı, tam bir hikmetin ve bereketin hakim olduğu görülecektir. Her şey yerli yerinde yaratıldığı gibi, en üst düzeyde verimli neticeler verecek bir tarzda yaratılmış, şartları bu bereketli neticeye uygun bir şekilde donatılmıştır. Öyle ise, hayır ve şer kendi istifadesi için yaratılan ve bu nedenle dünya hayatına gönderilen insanın, içerisinde yaşadığı hayır ve şer şartlarını bereketlendirecek sebeplerden kaçınılmayacaktır. İlham melekleri bu nedenle, hayrı bereketlendirmek için insana yardımcı olarak verilmiş; iblisler de yine aynı nedenle, şerri çoğaltmak için insanın başına musallat edilmiştir. Böylece insanın yaşadığı sınırlı hayat içerisinde yönelimleri azami ölçüde tahrik edilmiştir. Ve bu yönelimler içerisinde kabiliyetlerinde açığa çıkacak olan neticeler bereketlendirilmiştir.


Görülmektedir ki, insan üzerinde üstünlük iddiası olan ve kendi düşüşünün sebebi olarak insanı gören, bu düşüşünde ilahî bir tuzak olduğunu iddia eden şeytan, insana iki nedenle saldırmaktadır. Birincisi insandaki kalitesizliği açığa çıkaracak ve böylece insan hakkındaki iddiasını alemlere ispat edecektir. İkincisi ise, —Allah’ın kendisinde kalite olduğunu meleklere ispat ettiği— Adem’i ve onun neslini zemin şartlarını bozarak kaydıracak, saptıracak ve böylece kendi sürçmesinin nedeninin zemin şartlarındaki bozukluk olduğunu Allah’a karşı ispat edecektir. Böylece kendisinin masumiyetini ilan edecek, Allah’ın hıyanetini açığa vuracak, düşüşünün sebebi olan insandan da intikamını almış olacaktır.


İşte bu açılardan bakılınca insanın başına iblis’in ve iblisleşenlerin musallat edilmesindeki hikmet, iki yönlü olarak kendini göstermektedir: Birincisi Zat’ı Akdes’e bakan yönüdür. İnsanı mükemmel bir şekilde donatarak yaratan Zat’ı akdes, İblisi serbest ve insanı görünürde korumasız bırakarak, insanın her şart altında kalitesini ispat edebileceğini gösterecektir. En bozuk şartlardan bir tek insan bile çıkabilse; İblisin iddiası, İblisin kendi elleriyle çürütülmüş olacaktır. Bu nedenle, kıyamete kadar bozuk ortamlar helak edilmeyecek, İblis’in insan hakkındaki kalitesizlik iddiasını ve İzzet ve Celal sahibi Allah hakkındaki suizannını bozacak şartlar yaratılacaktır. Ve bizi ümitsizliğe sevk edecek kadar bu bozulmuş şartlar, bu en derin sefalet ortamları, bu dehşetli ahir zaman şartları; tüm bu olumsuzluklara karşın, o şartları bozup doğruyu bulabilecek insanların, —hatta bu insan bir tek fert dahi olsa o insanın— hatırına yaratılmaya devam edecektir.


İkincisi ve belki de insan açısından önemlisi, İblis’in tahriklerinin ve bozulmuş zemin şartlarının, insanın özündeki kalitenin açığa çıkmasına yaptığı yardım ve hizmettir. Peygamberlerin tamamının bozulmuş zemin şartlarında yetiştiğini dikkate alırsak, bu zemin şartlarının onların kabiliyetlerinin açılımına hizmet ettiğini rahatlıkla fark edebiliriz. Hatta İslam’a hizmet eden insanların kendilerini gösterdikleri ortamlar da böyledir. Bu olumsuzluklar onları tahrik etmiş ve her biri küllî bir vazifenin başına böylece geçebilmişlerdir. Seleften Fudal Bin İyaz dağlarda yol kesen bir eşkıyadır. Bir hadise üzerine eşkıyalığı terk etmiş, neticede insanların müracaat ettiği bir alim olmuştur. Kızını diri diri toprağa gömecek kadar vahşet gösteren bir insan, İslamiyetin dünyasına girmesiyle bu vahşetteki dehşeti görmüş, kendisinden sonraki tüm nesillerin ‘adaletin timsali’ olarak andığı bir yönetimin kurucusu olmuştur. Ve bu insanda açığa çıkan yöneticilik ve adaletle iş görme kabiliyetinin arkasında, işlediği o vahşetin vicdanını tahrik etmesiyle uyanan bir hassasiyetin izleri saklıdır. “Umumun istifadesi için fert feda edilmez” diyen ve hayatı pahasına bu hakikati takip eden Hz. Ali’de açığa çıkan kalitenin arkasında da Hz. Aişe hakkında —sonraki hayatında takip ettiği bu gerçeğin tam zıddıyla— verdiği hatalı bir karar saklıdır. Bu meselenin örnekleri yeterince fazladır; fakat konu zaten yeterince uzadığı için selefin eserlerine gönderme yaparak kesmek isabetli olacaktır.


Hatalarda, sefaletlerde, zulümlerde yaşayan bir insan eğer bir gün uyanacak ve gerçeği takip edecek olursa, gerçeği takipteki en büyük gücü bir zamanlar işlemiş olduğu hatalar olacaktır. Gerçeği göremeyerek yitip gidenler, ayağı kayarak düşenler için ise, rahmet-i İlâhiye yeterince geniştir. [5]




V.


“Yücelerin yücesi Rabbinin isimlerini tesbîh et. Ki, O yaratmış ve yarattığı her şeyi iç ve dış dengeler içerisinde ilişkilendirmiştir. Ki, O yarattığı her şey için şânına yakışır bir takdirde bulunmuş, bu takdire varış yollarını göstermiş ve gidişini onun için kolaylaştırmıştır.” A’lâ suresi 1, 2, 3, 4


KADERDEKİ TAKDİRİN İNSANA SUNDUĞU ÖZGÜRLÜK



İnsan yaşantısındaki sınırları irdelediğimiz zaman insanda birkaç türlü takdirin iş gördüğüne şahitlik ederiz:


BUNLARDAN BİRİNCİSİ insanın iç donanımındaki takdirdir. Bu donanım bulunduğu zemin şartlarında gerçeği takip edebilmesi için yeterince mükemmel yaratılmıştır. İhtiyacı olan şeyler de yaratılmış ve insanın küçük bir çalışmasıyla, çabasıyla yetişebileceği kadar yakınına konulmuştur. Kimsenin portakaldan, elmadan, tatlıdan ve tuzludan… lezzet alabilir bir şekilde takdir edildiği ve yaratıldığı için şikayet etmeye hakkı yoktur. Zaten peşin lezzetlere sevdalı nefsinin işine geldiği için şikayet eden de bulunmamaktadır. Bu tarz takdirlerle insan nihayetsiz derecede zenginleştirilmiştir.


İkincisi nerede ve hangi ailede doğacağı, nerede ve ne zaman öleceği gibi insanın iradesinin hiç karışmadığı durumlardaki takdirdir. Bu takdirlerde gizlenmiş ciddi bir hayır ve rahmet vardır. Ruhunun mizacı heyecanlı olan biri, ruhen çokça geniş bir aileye istisnalar hariç gönderilmemektedir. Kedi ruhu kuş cesedinde, karıncanınki fil cesedinde olamayacağı gibi; insan da kabiliyetlerinin rahatlıkla açılacağı bir zaman ve zeminde yaratılmakta, mizacen rahatlıkla uyuşabileceği insanların arasına gönderilmektedir. Ruhlar ilk yaratıldığı zaman nihayetsiz bir özgürlük içerisinde yaratılmışlardır. Ve tercih hakları kendilerine sunulmuştur.[6] Bu özgürlüğün içerisinde bir yönelim meydana gelmiş; herkesin hangi yöne akacağını, onları yaratan Rableri elbette ki bilmiştir. Allah’a isyanla ömrünü tüketen birinin işlediği nihayetsiz zulmün dünyada küçük bir karşılığı olarak; kendisini unutacak ve asi olacak bir evlat verilmesi adaletin küçük bir tecellisidir. Aynı zamanda bu durum gafletinde gizli nihayetsiz isyanına bir devam niteliğindedir. Tersi de aynen geçerlidir; iyi bir kimse için iyi bir evlat, ondaki hayrın ölümünden sonra da devam etmesi için İlâhî bir ikramdır gerçekte…[7]


Üçüncüsü, kısmen insanın kendi duasının neticesi olan hallerdeki takdirdir. Bir ehl-i İslamın yine bir ehl-i İslamla, bir müşrikin bir müşrik ile evlenmesi gibi, meslekler gibi, arkadaşlıklar gibi… burada da insanın önünü hayır ve şerde nihayetsizce açan bir takdir vardır. Her bir insan için mizacına uygun bir eş, iş ve arkadaş takdir edilmektedir. Bu ince takdir insanın hayatının kolaylaşması, hayır ve şer yönünde imkanlarının genişlemesi ile sonuçlanacaktır. Bazen de bu imkanlardan mahrumiyet ile farklı bir sınav kapısı aralanıverir insana. Zorlukların içerisinde, doğruyu tercih edebilen insan için farklı bir rahmet kapısı vardır. Mesela, içerisinde yaşadığı toplumun standartlarına oranla ciddi fakirlik içerisinde yaşayan, buna karşılık sabır ve şükür ile hayatını geçiren biri için Mahkeme-i Kübrâ’da, tüm o mahşer kalabalığının ortasında“Şöyle sıkıntılar içerisinde dahi Rabbini unutmayan ve şükreden kul nerede!” gibi bir hitaba mazhar olma imkanı bulunmaktadır. Herkesin Allah’a kul olmayı terk ettiği bir ortamda, mesela ahirzaman şartlarında Rabbine kulluğu terk etmeyen biri için “Herkesin terk ettiği bir vasatta Allah’ı terk etmeyen kul nerede?!” hitabına mazhar olma imkanı vardır. İnsanların kendisini çeşitli vesilelerle terk ettiği biri için de “herkes kendisini terk edip yalnız bıraktığı halde seccadesiyle dost olan nerede?!” gibi hitaplar beklemektedir sıkıntılarda yaşayan insanları. Ve bu insanlar İblis’in iddiasını başka açılardan çürüten insanlar olacaklardır, kendileri bilseler de bilmeseler de…


Takdir-i Ezelî’nin dördüncü yansıması ise, insanın anlık tercihlerinin takdiridir. Bunlar nasıl olacaksa öyle takdir edilmiştir. Latif ve Habir olan Zat’ı Akdes, insanın neler yapacağını bildiği için öylece yazmıştır. Mesela, size çayı seven bir arkadaşınız misafireten gelecek olsa, o daha gelmeden siz çevrenizdekilere “o geldiğinde çay isteyecek, ayranı değil çayı tercih edecek, işte şuraya yazıyorum diyerek” çayı demlemeye koyulsanız, arkadaşınız geldiği zaman “çaylar nerede” diyerek çay istese ve severek çayı tercih etse, bu durum sizin yazdığınız gibi gerçekleşmiş olacaktır. Arkadaşınız da sizin onun durumunu bilerek yaptığınız çayı özgürce yudumlayacaktır. Sizin takdiriniz onun özgürlüğünde en küçük bir kısıtlanmayla sonuçlanmayacaktır. Aksine, onun özgürlüğünü arttıracaktır. İnsanın kader önündeki durumu da aynen böyledir. Zat’ı Akdes’in insanın yapacaklarını önceden bilip, bunun gereği olarak zemini hazırlaması insanın özgürlüğünün atrmasıyla sonuçlanmaktadır. Kaderdeki takdir ancak rahmetindendir.


Şerdeki takdirde dahi durum aynı şekilde tecelli etmektedir. Şerre yönelmek isteyen birinin önünün tümden kapatılması, zorunlu olarak şer olmayan şeyi tercih etmek durumunda kalması, hiçbir zaman kendi tercihi olamayacak bir durumu seçmesiyle sonuçlanacaktır. Yanlışı kendi tercih ederek yaşama imkanı bulunsa, geriye dönüşünde de yine ‘kendisi’ olacaktır. Doğruyu bilerek ve isteyerek tercih edecektir. Yani, şer tercih etmek isteyen birinin bu tercihini tümden imkansız bırakmak, onu hiçbir zaman kendisi olamayacağı bir durumla baş başa bırakmak olacaktır. Bu nedenle insanın fiillerini takdir eden kader, hayra da şerre de aynı imkanı tanımış, nasıl tercih edecekse öyle yazmıştır, öyle yapmaktadır ve öyle yaratacaktır. Şerrin insanı tümden çevrelememesi için de; yaşantısına şer’î prensipler konulmuş, böylece özgürlüğünü tümden kısıtlamayacak sözlü yaptırımlar uygulanmıştır. Bu nedenle, herşeye hakim olan, herşeyi doğrudan gören ve işiten Zat’ının doğrudan müdahelesiyle insandaki özgürlüğün ortadan kalkmasına meydan vermemek için, kudret-i İlâhiye bu prensiplerin icrasını doğrudan kendi ellerine almamış, görüşü ve bakışı sınırlı insanların kendilerine, topluma ve yöneticilere bırakmıştır. Yoksa Alemlerin Rabbi, insan hata yaptığı an tepesine tarafından bir azap göndermekten aciz değildir. Ancak bu insanın bu hayata gönderilmesindeki hikmete ve hakikate zıttır. Çünkü, insandan beklenen kalite, özgürce doğrudan etki altında kalmadan İblisin rağmına en güzel bir hâli yakalayabilmesinde gizlidir.


Bir diğeri ve göründüğü kadarıyla sonuncusu ise, musibetlerle sınırlandırma şeklinde tecelli eden kaderdir. Bu takdirde —diğerlerinde olduğu gibi— gizlenmiş ciddi bir hayır vardır. İnsanın bu tarz takdirlere itirazı, uçurumun kenarındaki kör bir adamı düşmesin diye şiddetle çeken birine körün “bana zulmediliyor!” diye itiraz etmesi cinsindendir. Musibetler çoğu zaman, sınırına geldiğimiz uçurumun kenarından şiddetli bir çekiştir ve kesinlikle merhamettendir.. biz her ne kadar göremiyorsak da kader, göremediğimiz ve bilmediğimiz bir uçurumun kenarından musibetlerin eliyle bizi çeker ve kurtarır. İnsan ise, görüşünün keskinliği, teslimiyetinin derinliği, imanının ve yakınlığının yüksekliği oranında, bu tarz takdirlere itirazdan kurtulur, hatta şükrederek karşılar…


Hayat, insanın ruhu var olduğu an ortaya çıkan bir tercihin, açığa çıkarak çoğaldığı bir süreçtir. Nasıl ki tohum ağaçta yuvarlanarak, fakat hiç değişmeden açığa çıkıyorsa, insan ruhunda özgürce açığa çıkan gerçeklik, hayatın içerisinde yuvarlanarak mahiyetini ilan eder. Bu noktadan bakılınca, herkes yaratıldığı andan bir sonraki an ne ise odur. Her şey nasıl olacaksa, öylece yaratılmaktadır. Ebu Cehil milyar kere de hayata gönderilse, gönderildiği hayat şartları tamamen de değiştirilse yine Ebu Cehil olacaktır. Ebu Bekir ise ahir zamanda da gönderilse, sadakatinden dönmeyecektir. Ancak, her şey ince bir nizam içerisinde, hikmete en uygun ve mahiyetlerin açığa çıkmasına en müsait bir zaman, zemin ve donanımla yaratılmaktadır. Hikmet ve rahmet bunu iktiza etmektedir.


Tüm bu açılardan bakılınca, bu dünyanın âhiret âlemlerinin midesi gibi olduğu görülecektir. Bu dünya hayatındaki süreç ise, bir ayrışma ve saflaşma işlemidir. Güzellik ve çirkinlik, temiz ve pis, günah ve sevap, ibadet ve isyan, cehalet ve ilim, küfür ve şükür, zulüm ve adalet, hak ve dalalet, inkar ve iman,… nihayetsiz hayır ve şer türleri karmakarışık yaratılmıştır. Pislik nevinden şerler, zulümlü haller cehenneme dökülürken; hüsünler, hayırlar âhiretin manevî vücûdu olan cennete dahil edilecektir.




VI.


“Kalpleri tatmin eden kesin delil, ancak Allah katındandır. O dileseydi hepinizi birden hidayete erdirirdi.” En’am Suresi 149

“…Biz katımızdan bir elçi göndermedikçe azap etmeyiz”İsrâ 15



Allah’ın sarkıttığı ip, en derin yerlere kadar uzanmaktadır. Yeter ki, tutunmak için küçük bir gayret sarf edilsin. Yeter ki, sığınmak için küçücük bir dua dökülüversin dillerden.. rahmet sağanak halinde yağacaktır.. rahmeti kimselerden perdelenmiş değildir.. yeter ki, gözler yaşarsın; yeter ki, eller açılsın…


Konular