Teşehhüd

Teşehhüd için otururken edebli olmaya dikkat et. Sarâhatle ve açıkça kıldığın bütün namazların ve sahip olduğun temiz ahlâkın Allah Teâlâ'ya mahsus olduğunu ifade eyle; mülkün de O'na ait olduğunu söyle. İşte ettahiyyat'ın mânâsı budur.

Kalbinde Rasûlullah'ın (s.a) mübarek şahsını hazır bulundur ve 'Ey Peygamber! Allah'ın selâmı rahmet ve bereketi senin üzerine olsun' de! Bunu söylerken de niyetinde bu selâmın Rasûlullah'a iletildiğini ve ondan sana daha güzel bir selâmın geldiğini kesinlikle tasdik eyle.

Sonra kendi nefsine ve Allah'ın bütün salih kullarına selâm ver. Sonra da Allah Teâlâ'nın, selâmına, onlara vekâleten salih kulları adedince karşılık vereceğini düşün. Bundan sonra da Allah'ın birliğine, Hz. Muhammed'in peygamberliğine şehâdet getir. Allah ile senin aranda bulunan ahdi, şehâdetin iki kelimesini söylemek suretiyle yenile. O kaleye yeniden sığınmaya çalış. Namazının sonunda da tevazu, huşû, yalvarma ve kabule kesinlikle inanarak Hz. Peygamber'den vârid olan duayı oku. Ebeveynini ve diğer mü'minleri de bu duâna ortak et. Birinci selâmı verirken melekler ve orada bulunanlar üzerine selâm vermeyi kasteyle ve selâmla namazının sona erişine niyet eyle.

Bu tâati sana, tevfîki ile sona erdirten ve tamamlatan Allah'ın şükrünü kalbinden çıkarma. Namazında Allah'a vedâ eder gibi, hatta bundan başka bir namaz kılacak kadar yaşamayacakmış gibi hareket et.

Nitekim Hz. Peygamber adamın birine şu tavsiyede bulunmuştur:
Namazlarını sanki (dünyaya) vedâ ediyormuşun gibi kıl!
Sonra namazda, kusur yaptım diye hayâ ve korku şuuruyla hareket et. Namazının kabul olunmamasından kork. Zâhir veya bâtın günâhından ötürü Allah'ın buğzettiği bir kimse olmaktan sakın. Böyle bir felâkete düçâr olduğun zaman namazının paçavra gibi, yüzüne çarpılacağını bil. Bütün bunlarla beraber Allah'ın, kerem ve lütfuyla namazını kabul edeceğinden de ümidini kesme. Yahya b. Vessab96 namaz kıldığı zaman Allah'ın dilediği kadar durur, yüzünde namazdan ayrılmanın üzüntüsü görünürdü.

İbrahim en-Nehâî de namazdan sonra bir saat kadar sanki hastaymış gibi yerinden kalkmaz, beklerdi
İşte Allah'tan korkanlar namazı böyle kılarlardı. Onlar, namazlarında huşû sıfatından ayrılmaz, namaz vakitlerini dikkatle izler ve namazlarını ihmal etmeksizin edâ ederlerdi. Onlar ki, güçleri nisbetinde kulluk yapar ve ellerinden geldiği kadar Allah Teâlâ'ya münacaat ederlerdi. Her insanoğlu namazını böyle kılmaya çalışmalıdır. Böyle bir namazı edâ ettiği nisbette sevinmeli, elinden kaçtığı nisbette de üzülmelidir. Böyle bir namaz kılabilmek için de var kuvvetiyle kalbinin tedâvisine çalışmalıdır.

Gâfillerin namazına gelince, o baştan başa tehlikelerle doludur. Ancak Allah Teâlâ'nın rahmeti yetişirse ki O'nun rahmeti geniştir, keremi kullarının üzerine oluk gibi akar o zaman mesele değişir. Allah Teâlâ'dan bizi rahmetiyle kapsamasını, mağfiretiyle örtmesini temenni ve niyâz ederiz. Zira bizim rahmet-i ilâhîsini istemekten, ibâdetinin edâsından acizliğimizi itiraftan başka bir vesilemiz yoktur.

Namazı, âfetlerden kurtaran, onu sadece Allah rızasına hasrettiren, hayâ, tâzim ve huşû gibi bâtınî şartlarıyla edâ etmek mükaşefe ilimlerinin anahtarı olan nûrların kalpte doğmasına vesile olur. Bu derecelere ancak göklerin, yerin ve rubûbiyet sırlarının keşfedicisi olan Allah'ın velî kulları erişmişlerdir. Bunu da özellikle secde hâlinde elde etmişlerdir. Zira kulun, rabbine en yakın olduğu an secde ânıdır. İşte bu sırra binâen Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hayır, sakın onu dinleme. Secdene devam et ve (ibadetle rabbinin rahmetine) yaklaş. (Alak/19)

Her namaz kılanın kalbinde dünya bulanıklıklarından uzak olduğu nisbette mükâşefe husule gelir. Bu durum kuvvet, zaaf, az, çok, açık ve gizlilik gibi dereceler arzeder. Hattâ bazılarına eşyanın hakikati inkişaf eder. Bazılarına ise eşya, hakîkatiyle değil, ancak misâliyle inkişaf eder. Nitekim bâzılarına da dünya bir cîfe; şeytansa o cifeye dalmış ve halkı da ona dalmaya dâvet eden bir köpek suretinde inkişaf etmiştir. Aynı zamanda, şahıslara göre inkişafın merkezinde de değişiklik vardır. Bazılarına Allah'ın sıfat ve celâlinden, bazılarına da Allah'ın fiillerinden inkişaf vâki olur. Diğer bir gruba ise, muamele ilimlerinin incelikleri hakkında mükâşefe vâki olur. Bütün bu mânâların tâyin ve tesbiti için sayılamayacak kadar gizli sebep vardır. Bu sebeplerin en âlâsı
himmettir; çünkü himmet, muayyen birşeye sarfedildi mi onu diğerlerinden daha evvel keşfolunacak bir vaziyete getirir.
Bu işler ancak tam sırlı bir aynada görülebilir. Halbuki zamanımızın bütün aynaları paslıdır. İşte hidayet ve nimet veren hâlikın hâşâ cimriliğinden değil, aksine hidayet merkezinin üzerinde birikmiş pasların habasetinden ötürü hidayet ve saydığımız şeylerin hiçbiri bu aynalarda görülememektedir.

İşte diller, böyle bir hakikatin inkârı için âdeta yarış etmektedirler. Çünkü hazır olmayan bir nesnenin inkâr edilmesi, insanın fıtratında bulunan bir tabiattır. Eğer annesinin rahminde bulunan ceninin aklı olsaydı, dışarıda, geniş dünyada gezen insanların varlığının imkânını dahi inkâr ederdi. Eğer küçük çocuğun azıcık tefrik kabiliyeti olsaydı belki de akılların idrâk edebildiği gök ve yerlerin hakikatlerini inkâr ederdi. İşte böylece insanoğlu bulunduğu mertebenin ötesini inkâr edegelmektedir.

Veliliği inkâr edenin, nübüvveti de inkâr etmesi gerekir. Yaratıklar çeşitli aşamalardan geçerek şekillenmişlerdir. Bu bakımdan insanoğluna, bulunduğu basamağın ötesini inkâr etmesi uygun düşmez. Evet, hakikatı, kalplerini mâsivadan temizlemekte değil de cedel ve şaşırtıcı münakaşalarda arayanlar, onu kaybederek inkâra düşerler ve düşmüşlerdir de...

Mükâşefe ehli olmayan kimse, gayba iman edinceye ve tecrübe ile mükâşefeye varıncaya kadar tasdik etmese bile hiç olmazsa inkâra kalkışmamalıdır.

Çünkü hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur:
Kul, namaza kalktığı zaman, Allah Teâlâ kendisi ile onun arasındaki perdeyi kaldırır ve onunla yüzyüze gelir. Melekler de onun omuzları hizasından itibaren tâ arşa kadar hava boşluğunu doldururlar. Onunla birlikte namaz kılar ve onun yaptığı dualara 'âmin derler. Göklerin tam ortasından namaz kılan kimsenin üzerine rahmet yağar. Allah'ın tellallarından birisi şöyle bağırır: 'Eğer şu münacaat eden kul kime münacaat ettiğini bilseydi, gözleri sağa-sola kaymazdı. Göklerin kapısı namaz kılanlar için açılır'. Allah Teâlâ namaz kılan kulu ile meleklere karşı iftihar eder.97

Gök kapılarının açılması ve Allah Teâlâ'nın namaz kılan kulu ile yüzyüze gelmesi, daha önce zikrettiğimiz mükâşefe ilminden kinâyedir.

Tevrat'ta 'Ey Âdemoğlu! Ağlayarak ibadet edip huzurumda kaim olmaktan acz gösterme. Kalbine yaklaşan Allah'ım! beni benim nûrumu gayb âleminde görmüştün' yazılıdır.

Ebu Tâlib el-Mekkî şöyle der: 'Namaz kılanın sezdiği rahmet kapılarının açılışı ve hissettiği ağlama ve rikkâtin, Allah Teâlâ'nın onun kalbine mânen yaklaşmasından meydana geldiğini kuvvetli bir şekilde tahmin etmekteyiz. Allah'ın bu şekildeki yaklaşımı mekânî bir yaklaşma olmadığına göre bunun mânâsı ancak hidayet, rahmet ve perdelerin aralanmasıyla yaklaşmadır'.

Deniliyor ki; kul iki rek'at namaz kıldığı zaman, onun bu hareketine her onbin meleğin bulunduğu on saf melek özenmektedir. Böylece Allah Teâlâ, o kuluyla yüzbin meleğe karşı iftihar etmektedir. Bunun sebebi; kulun, namazında kıyam (ayakta durmak), kuud (oturmak), rükû ve secdeyi bir araya getirmesidir.

Halbuki Allah Teâlâ bu dört vazifeyi kırkbin meleğe taksim etmiştir. Kıyamda olan melekler kıyamete kadar bu şekilde kalıp rükûa varamazlar. Secdede olan melekler ise, kıyamete kadar başlarını secdeden kaldıramazlar. Rükû ve kuudda olan melekler de böyledir. Allah Teâlâ'nın meleklerine ihsân buyurduğu yakınlık ve rütbe, aynı seviyede devam eder; ne eksilir ve ne de artar. İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ meleklerinin şöyle dediklerini haber vermektedir.
Biz meleklerden her birimizin bilinen bir makamı vardır. (Sâffât/164)

İnsanoğlu, daha yüksek bir dereceye yükselme imkânına sahip olmak bakımından meleklerden ayrılır. Çünkü insanoğlu, ibâdetleriyle durmadan Allah Teâlâ'ya yaklaşır. O, bu fırsattan habire istifade etmektedir. Melekler içinse makam artışı kapısı kapalıdır. Herbir meleğin muayyen bir rütbesi ve bir vazifesi vardır; ondan başkasına intikâl etmesi mümkün değildir. Onda gevşeklik gös-termesi de düşünülemez.
Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar Allah'ındır. O'nun katındakiler (melekler) kendisine ibâdet etmekten ne büyüklenirler, ne de usanırlar. Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiyâ/19-20)
Derece artışının anahtarı namazdır.

Hakîkat, mü'minler zafer bulmuştur. Onlar namazlarında tevazu ve korku sâhibidirler. (Mü'minûn/1-2)

Allah Teâlâ, imandan sonra zafer elde edenleri tevazuyla kılınan namaz ile methetmiştir. Sonra zafere ulaşanların vasıflarını, 'namaz kılmaktır' diye sona erdirerek şöyle buyurmuştur:
'Onlar ki, namazlarını gereği gibi ve devamlı kılarlar'. (Mü'minûn/9)

Daha sonra da bu sıfatlara sahip olan mü'minlerin şu sonucu elde ettiklerini ilân etmiştir:
İşte bu vasıflara sahip olan kimseler vâris olanlardır. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn/10-11)

Görülüyor ki, Allah Teâlâ, bu sıfatlara sahip olan mü'minleri başlangıçta felâh (zafer) ile sonunda da Firdevs'in vârisi olmakla vasıflandırdı. Benim kanaatime göre insanı bu dereceye yükselten, kalbin gâfil olmasıyla beraber yalnızca dilin hareketinden ibaret olan namaz değildir...

İşte bu sırra binaen Allah Teâlâ felâha kavuşanların tam zıddı olanlar hakkında da şu ifadeyi kullanmaktadır:
Mücrimlere'Sizi cehenneme sokan nedir?'diye sorulduğunda 'Biz namaz kılanlardan değildik' derler.(Müddessir/41-43)

Bu bakımdan Firdevs'in vârisleri ancak namaz kılanlardır. Allah'ın nûrunu müşahede edip O'na yakın olmaktan zevk alan ve kalben O'na yaklaşanlar da yine namaz kılanlardır. Allah Teâlâ'dan bizi namaz kılanlara dâhil etmesini, sözleri suç ve fiilleri çirkin olanların şerrinden korumasını dileriz. Çünkü ihsânı kadîm olan, kerem ve minnet sahibi bulunan ancak O'dur. Allah, seçtiği her kuluna rahmet deryâlarını coştursun. Amin!



96) Esed kabilesindendir. Kûfe'de kurraların imamıydı. H.103 senesinde vefat etmiştir.
97) Kut'ul-Kulûb'da küçük bir ibare değişikliğiyle rivayet edildiği gibi, Sühreverdî tarafından el-Avârif adlı eserinde de zikredilmiştir. Irâkî ise, bu hadîsin aslına rastlamadığını kaydetmektedir.