FUHŞU ÖNLEYİCİ TEDBİRLER

Medeniyete zarar veren fiillerin sadece "suç" olduklarını söylemekle iş bitmez. Hatta bunların "kanunen" suç sayılması ve yapanların cezalandırılması da meseleyi halletmez. Belki, sözkonusu suçları önlemenin tek yolu, daha önce, yani suç iş­lenmeden evvel, gerekli tedbirleri almaktır. İşte bu tedbirler dört çeşittir:
1. Eğitim ve öğretim yoluyla, insanları, nefislerini düzeltici, her türlü kötülüklerden nefret edici bir kafa ve beyin formasyo­nuna sahip kılmak... Bu gibi fiilleri işlemeyi "günah" sayacak derecede ahlâk ve vicdan şuuruna erdirmek...
2. Kamu oyunu ve fertlerin vicdanını, gayri meşru ilişkileri devam ettirmenin büyük bir ayıp, büyük bir alçaklık olduğu fik­rine alıştırmak... Cemiyet nazarında bu tip fiillerin utanılacak iş­lerden sayılmasını sağlamak ve yapanlara "nefret" gözüyle ba­kılmasını temin etmek... O zaman, terbiye noksanlığı sebebiyle, ahlâk ve vicdan zayıflığı dolayısiyle böyle bir münasebete gir­mek isteyenler cemiyetten gelen şiddetli tepki karşısında yüzgeri etmeye mecbur olacaklardır.
3. Fuhuşla ilgili her türlü faaliyetleri bizzat yasaklayan; sonra da, insanları gayrimeşru münasebetlere götüren bütün âlet, vasıta, sebep ve saikleri ortadan kaldırıcı, tahrik ve teşvik merkezlerini yok edici bir "Medeniyet Nizamı" getirmek...
4. Medenî hayatta kurulacak baraj sistemi sayesinde bu gibi ıjlere başvurmak isteyenlerin bütün imkânlarını yok etmek ve geri dönmelerini sağlamak...
Akıl ve mantık ölçüleri, bu dört tedbirin, hem sıhhat ve sağ-Itımlık, hem de gerçeklere uygunluk bakımından faydalı olaca­ğına en büyük şahittir. Fıtrat ve yaratış kanunlarının icabı bunu istemektedir. Genel olarak bütün dünyanın fiilen ve pratik ola­rak aradığı şey de budur. Herhangi bir hareketi suç ve cürüm sayan cemiyet, yukarıda açıkladığımız dört tedbir sayesinde bunları kesinlikle önleyebilir.

Artık anlaşılmıştır ki, seksüel ilişkilerin serbest bir şekilde ala­bildiğine yayılması, alenî ve gayrimeşru bir yolda yapılması, medeniyetin gelişme ve ilerlemesi için pek zararlıdır. Sadece zararlı olmakla kalmaz; böyle birşey, hem cemiyetin, hem de medeniyetin aleyhinde işlenmiş bir suçtur. O halde, cezaî müey­yide ve tedbirlerle sözkonusu suçların önüne geçilmesinden daha tabiî ne olabilir? Bozulan nizamı iade etmek için ceza ve tedbirlerle çeşitli yollara başvurmak gerekir. Biz meseleyi yuka­rıda anlattık ve ne gibi tedbirlerin alınması icap ettiğini teker teker gösterdik. Böyle bir gayenin tahakkuku için cemiyet fertle­rini de terbiye etmek gerekmektedir.
Öyle ki, kamuoyu, umumî efkâr, fuhşun yayılmasına, sözkonusu eğitim sayesinde, asla izin vermez. Bir bütün olarak gayrimeşru münasebetlere muha­lif kalır. Zinayı ve ona götüren vasıtaları, küll halinde, medeni­yet dışı kabul eder. Aynı cemiyet, seksüel arzuları ve şehevî duyguları kabaran, coşan, sağa-sola saldıran azgınların hare­ketlerine engel olur. Bunların önüne geçer. Sosyal nizamın koy­duğu kanun ve cezalarla onların taşkınlıklarına meydan ver­mez. Nikâh hususunda karşılaşılan güçlükleri ortadan kaldırır. Kadın-erkek ilişkilerini gerçek bir disiplin çerçevesine sokar. Bu suretle, evlilik hudutları dışında kurulan, kimsenin bilmediği iliş­kiler açığa vurulmaz.

Zinayı bir suç ve bir cürüm olarak kabul ettikten sonra, aklı başında hiç kimse, kalkar da, bahis konusu ettiğimiz tedbirleri kınayabilir mi?
Bazı kimseler de vardır ki, bütün bu ahlâkî ve sosyal tedbir­leri gerçek ve doğru olarak kabul ederler. Sosyal hastalıkların, tümüyle, gayrimeşru ilişkilerden doğduğuna inanıyorlar. Fakat cezaî ve inzibatî tedbirlerin yerine, sadece tavsiye mahiyetinde, düzeltici usullere başvurulmasını istiyorlar. "Bu kadarıyla yetinil-sin" diyorlar. İşte fikirleri:
"Eğitim ve öğretim metodlarıyla insanların iç dünyasını ay­dınlatmak mümkündür. Fertler, kendi vicdanlarının sesini duya­rak, herhangi bir dış tesire lüzum kalmadan, zinanın suç oldu­ğunu kabul ederlerse, böyle bir fiile elbette yanaşmazlar. Yoksa, nefisleri ıslah ve ahlâkı düzeltmek yerine, inzibatî ve cezaî müeyyidelerin uygulanmasıyla bu işin önüne geçilmek is­tenirse, insanları çocuk yerine koymuş olursunuz. Onları korkut­maktan başka bir netice elde edemezsiniz. Böyle bir hareket, hiç şüphesiz, insanlığa en büyük hakarettir."
Fakat biz, kısmen de olsa onların bu fikirlerine zaten iştirak etmekteyiz. İnsan ahlâkının ıslah edilmesini, insanlık için şeref ölçüsü olan değerlerin meydana çıkarılmasını, bunların her zaman gözönünde bulundurulması arzu ediyoruz. Ancak söz-konusu reform hareketinin yukarıda açıkladığımız prensipler dahilinde mümkün olacağına da gönülden inanıyoruz. Bizim kanaatimize göre, başka bir yol bahis konusu değildir. Medeni­yetin gayesi, insanların iç dünyasını her türlü kötülüğe karşı ko­yabilecek bir kıvama getirmektir. Böyle güçlü duyguların doğ­masına vesile olmaktır. Cemiyetin koyduğu kanunlara kendiliğinden saygı göstermesini sağlamak, içgüdülerini kontrol altına alma iktidarını ona vermektir. Böylece ahlâk prensiplerine aykırı davranışların önüne geçmektir. İşte fertlerin talim ve terbi­yesinden beklenen gaye ancak bu olabilir. Yalnız bu gaye uğ­runa eğitim ve öğretim meseleleri ele alınabilir. Fakat asıl sual şudur:

Bütün bunlar nasıl ve ne şekilde gerçekleşecektir?
Acaba şimdiki talim, terbiye ve ahlâkî eğitim sistemleriyle um böyle bir medenî seviyeye ulaşabilmiş midir? İç dünyası­nı ı, yani vicdanına güvenilebilir mi? Böyle bir vicdan uyanıklığı-I im sahip olduğu takdirde kötülüklerin önüne geçmek için her­in ıngi bir cezaî müeyyideye ve disiplin şartına lüzum Ihılmayacak mıdır?
Bazı kimselerin "karanlık devir" dediği eski medeniyet ve (ihlâk anlayışını bir tarafa bırakalım. Fakat yirminci asırda, şu "aydınlık asrı"nda olup bitenler gözümüzün önündedir. Bu asrın Avrupa'sına bakabilirsiniz.
Amerika'sını gözden geçirebi­lirsiniz. Hepsi de "ültra modern" topluluklar sayılmaktadır. Bu­ralarda yaşayan insanlar tüm olarak okuma-yazma bilmekte­dir. Hatta, millet, olarak, vatandaşlarının yüksek terbiye ve eğitim görmüş olmalariyle her zaman için iftihar eder dururlar. ; Fakat yine yakînen biliyoruz ki, bahsi geçen ülkelerde kanunla­ra karşı gelmek, nizam ve intizamı hiçe saymak, nefsi ıslah edici tedbirleri tepmek gibi fiil ve hareketler alabildiğine yay­gındır. Acaba oralarda hırsız yok mudur? Yol kesen eşkiya mevcut değil midir. Adam öldürenler serbestçe gezip dolaşmı­yor mu? Dalavere, hile, adam kandırma, zulüm ve fesâd olayla­rı meydana gelmiyor mu? Halkın iç dünyası ve vicdan uyanıklı­ğı o kadar ilerlediği halde, nasıl oluyor da bahsi geçen suçların faillerine ceza vermeye kalkıyorlar? Böyle bir hareket çocukları­mıza yaptığımız muamelenin aynı değil midir? O halde, bu "aydın devir"de, bu "parlak zaman"da, cemiyetin, zalimlere ve kanunlara karşı gelenlere uygulamak için koyduğu hükümler ve cezaî müeyyideler acaba insanlığa hakaret sayılmaz mı?
Biliyorsunuz ki, genel olarak "tedbirler iki çeşittir:
a) Cezaî olanlar,
b) Suçlan önleyici tedbirler.
Bunların hep ikisi de bahsi geçen cemiyetlerde acaba uygu­lanmıyor mu? Peki, cemiyet nizamını bozan sayısız fiiller için bu kadar cezaî müeyyide ve önleyici çareler konuyor da, seksüel münasebetlerin teşhirine engel olmak için alınacak tedbir mi in­sanlığa hakaret sayılıyor? Doğrusu bunu anlamak bizim için çok zordur. Sadece bir meselede mi insanlara "çocuk muamele­si" yapılmaktadır? Yalnız cinsî konularla ilgili işlemler mi vatan­daşları "çocuk yerine koymak" oluyor? Diğerlerinin günahı ne? Aralarındaki fark nerededir? Eğer biraz düşünür, olayları bir­birleriyle mukayese ederseniz göreceksiniz ki, her nerede "gönül hırsızları" varsa orada diğer hırsızlıklar da mevcuttur.
Deniliyor ki, "Sizin şehevî saydığınız ve medeniyet dairesinin dışına atmak istediğiniz şeylerin hepsi insanlardaki sanat ve gü­zellik zevkinin bir görüntüsünden ibarettir. Onlara engel olmak­la beşerdeki güzellik zevkini öldürüyorsunuz. İnsanlığa ait 'Leta­fet Çeşmesi'nin kaynaklarını kurutuyorsunuz. Medeniyeti koruyor, sosyal hayata nizam getiriyoruz derken güzel sanatları baltalamış oluyorsunuz. Zerâfet zevkini ortadan kaldırıyorsu­nuz. Böyle bir cemiyette, artık, ne güzellik anlayışı kalır, ne güzel sanatlar, hatta ne de alelâde sanat zevki..."
Biz, bu "zevât-ı kiram"la, biraz da olsa, hemfikiriz. "Güzel sanatlar" veya "sanat zevki" denen şeyler gerçekten ilgi çekici unsurlardır. Hakikaten bunları korumak icabeder. Hatta daha ileri bir seviyeye götürülmeleri yerinde olur. Fakat bir cemiyeti ayakta tutan, yaşatan, geliştiren daha üstün kıymetler yok mudur? Bunların varlığını inkâr edebilir misiniz? O halde, sahip olduğu "değer" itibariyle daha "üstün" olanı "değersiz" olana, yani "sanat ismi verilen bu gibi şeylere feda edemeyiz. Eğer güzel sanatlar ve estetik ilmi yayılacak ve ilerleyecekse onun kendine ait yollan ve usulleri vardır. Bu ilerleme, sosyal hayatla ve medenî gelişmelerle paralel gitmelidir. Aralarında ahenk ol­malıdır. Gerçek sanat ve estetik yerine, sosyal bünyeyi kemiren, törpüleyen, bozan unsurlarla kurulmuş ve selâmet yerine felâket getiren ölçülere, cemiyetin yaşantısını alt-üst eden, içinde yaşa­dığımız ortamı "günahkâr" yapan tesirlere asla yer verilmez (!).
Bu husus, bizim ferdî nazariyemiz, yerli malı fikrimiz, veya şuradan-buradan derleme bir kanaat değildir. Aklın, fıtratın, yaratışın gerektirdiği bur düşünce şeklidir. Bütün dünya, metod olarak, bunu kabul etmiş ve doğruluğuna yürekten inanmıştır. Onun içindir ki, dünyanın her yerinde "kuwe"den "fiil"e çıkma­sı istenmektedir. Yeryüzünde, sosyal hayata, toplu yaşamaya zararlı olan herşeyin önüne geçmek gerekir. Yaşayışa zarar veren, insan hayatı için tehlike arzeden herşeye, ister sadece sanat, isterse güzel sanat veya estetik olsun, hiç kimse taham­mül gösteremez. Meselâ ortalığı karıştıran, fitne ve fesâd çıka­ran, kıtal ve yağmacılığı teşvik eden edebî cereyanlar yok mudur? "Edebiyat değerli bir sanattır" diye bunlara izin verile­bilir mi? "Çünkü bu tür edebiyatta da güzel kelimeler vardır. Edebî kıymeti haiz olduğu için varsın anarşimizi körüklesin" mi diyeceğiz? Veba mikrobu gibi, her türlü kötülüğü aşılayan edebî cereyanları, "Edebiyat cemiyete faydalıdır" sloganıyla serbest mi bırakalım? Yayılmasına, geniş halk kütleleri arasında itibar kazanmasına yardım mı edelim? Yoksa kolaylık mı göste­relim? Sinema ve tiyatrolarda, insanların zihnini karıştıran, ka­fasını bulandıran, anarşi çıkaran, halkın rahat ve huzurunu bozan propaganda vasıtalarına, dünyanın hiçbir yerinde, "sanat eseridir" diye izin verilmez. Zulüm, fesat ve kötülük cazi­belerini teşvik eden yahut da genel prensiplere göre ahlâk ölçü­lerine aykırı bulunan resimlerin yayılması neden engelleniyor? Bunların içinde, son derece itina ile işlenmiş, gerçekten sanat kıymeti olan eserlerin bulunması pekâlâ mümkündür. Hiçbir ce­miyet, hiçbir sosyal nizam, topluluk, vicdan duygusu ve insanın iç dünyası, bu gibi unsurlara "değerli eser" nazariyle bakmaya hazır değildir. Meselâ "yankesicilik" son derece ince bir sanat­tır. Herkes bu işi yapamaz. İstese de beceremez. Ağzına burnu­na bulaştırır. Çünkü bu işte el çabukluğu ve marifet şarttır. Zira yankesicilik çok ince bir meseledir. Fakat: "Ey millet! Geliniz! Burada size yankesiciliği öğreteceğim" diyen herhangi bir in­sana okul açma izni verirler mi? Kalpazanlık, sahte çek tanzimi, uydurma senet gibi hususlar da aslında çok ince işlerdendir. Bunları yapabilmek hem kafa ister, hem de el yatkınlığı... Üstelik söz konusu meselelerde "usta" olmak gerekir. Çünkü bu gibi fiiller gerçekte ancak bir sanatkârın elinden çıkabilir. Fakat "güzel sanatların bir dalıdır" diye bunlara kim izin verebilir? Böyle şey olur mu. Dolandırıcılık, dalavere, adam kandırmak, herkesin kolayca yapabileceği bir iş midir? Dalavereci, kafasını binbir şekilde çalıştıran adamdır. Karşısındakini kandırmak için sayısız icatlarda bulunur. Hatta biz buna "büyük bir marifet" do diyebiliriz. Fakat "Cemiyetin medenî seviyesi ve sanat kabiliyeti gelişiyor" şeklindeki bir mazeretle bu gibi faaliyetlere "eyval­lah" demek mümkün müdür?
Bunun için, dünyanın her yerinde geçerli olan prensip şudur:
Cemiyetin ve toplu halde yaşayan insanların hayatını zede­leyen, varlığını tehlikeye düşüren, bozan ve dağıtan cereyanla­ra asla müsaade edilmez. Cemiyetin rahat ve huzuru, emniyeti, ahlâkî güvenliği, hiçbir zaman, güzelik zevkine, estetiğe, en güzel sanatlara feda olunmaz.
O halde, buraya kadar yaptığımız açıklamalara göre, me­selenin düğüm noktası meydana çıkmış demektir. Yani yukarı­da bahsettiğimiz insanlarla bizim aramızdaki görüş ayrılığı ve anlaşmazlık şuradadır:
Bizim, bir cemiyetin varlığı için "zararlı ve tehlikeli" buldu­ğumuz unsurları, onlar "faydalı" ve "gerekli" görüyorlar. Demek ki, sanat, estetik ve güzel sanatlar konusunda onlarla bizim aramızda büyük farklar vardır. Bahis konusu farkı, hem onlar, hem de biz, gereği şekilde hissetmekteyiz.
Ve yine diyorlar ki, "Erkekle kadın arasındaki gayri-meşru münasebetlerin önüne geçilmesi için disiplin tatbikatına giriş­mek, örtü ve hicâb gibi prensipler koymak, gerçekte, kadınların ve erkeklerin temiz ahlâkına, saf düşüncelerine hakarettir. Böyle bir tedbir manzumesi:
'Ey kadınlar! Ve ey erkekler! Siz aslında kötü kişilersiniz. İçinizde hiç kimse nefsine hâkim değildir. Bunun için aranızda belli bir disiplin şartına ihtiyaç vardır. Ancak, bu sayede birbiri-nizle gelişigüzel ve gayrimeşru münasebetlere girişmezsiniz1 de­mektir.
Hattâ bahis konusu tedbirler:
'Hiç kimse karısına îtimâd etmediği için onu böyle disiplin altında tutmaktadır' mânâsına gelir.
Fakat bu "istidlâl" yanlıştır. Biraz düşünürseniz anlarsınız ki, kapısını kilitleyen her insan bütün bir cemiyeti "hırsızlıkla itham etmiş olmaz. Böyle bir tedbirin mânâsı, herhangi bir insanın (hırsızın), tesadüfen evine girebileceği hitmalidir.
Biliyorsunuz ki, her alışveriş, belli bir sened ve vesika siste­mine bağlıdır. Bunun sebebi, cerayan eden ticarî işlemlerin, is­tisnasız, adlî mercilere intikal edecek dâvâ konusu olacağı ka­naati değildir. Bir tarafın, ileride, karşısındakini "hainlik'le suçlaması ihtimalinden duyulan endişe de sözkonusu olmaz. Cürümlerin ve yolsuzlukların mukabilinde kanunlarda gösterilen çeşitli inzibatî tedbirlerin gerçek mânâsı, bütün vatandaşların, eninde sonunda suç işleyeceği inancına dayanamaz. Böyle bir-şey asla düşünülmez. Çünkü, herşeyden evvel, "doğru" değildir. Ticarî işlemlerdeki vesika ve senet usulü, biraz evvel de söyledi­ğimiz gibi, tarafların birbirini "hainlik ve dalaverecilikle suçla­ması ihtimaline dayandırılmaz. Suçları önlemek için alınan her çeşit tedbir de bunun gibidir. Yani herşeyden evvel muhtemel cürümlerin önlenmesi sözkonusudur. Halkın, daima, ihtimalî olarak suç işleme imkânına sahip olduğu düşünülür. Sözü geçen tedbirler de bu ihtimal ve imkânların önlenmesi gayesiyle alınır. Bu keyfiyet, bilâistisna herkesin, hırsız, dalavereci, ge­çimsiz, hain ve şüpheli olduğunu mu gösterir? Siz bu gibi husus­larda ızzet-i nefsinize" toz kondurmuyorsunuz. Alınan tedbir­ler sizi asla rahatsız etmiyor. Burası muhakkak. Peki, neden sadece kadm-erkek ilişkileri sözkonusu olunca feryadı basıyor, yukarıdaki itirazları ileri sürüyorsunuz? Anlaşılmayan noktalardan birisi de budur. Cezaî müeyyideler hissiyatınızı asla renci­de etmiyor. İş seksüel bahislere intikal edince, bamtelinize basilmışcasına feveran ediyor, harekete geçiyorsunuz.
Meselenin aslı şudur:
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, daha önceki ahlakî nazari­ye ve düşünceleri tamamiyle kafasından atamayanlar, az da olsa, onlara hâlâ taraftarlık yapanlar dahi zinayi ve açık-saçık cinsî ilişkileri "kötü" ve "pis" bir fiil olarak görürler. Bu işin ke­sinlikle önemsenmesini isterler. Fakat gayrimeşru münasebet bahsindeki hassasiyetleri çok kuvvetli değildir. Zina olaylarının, her ne şekilde olursa olsun; cemiyet sahnesinden topyekûn silin­mesini pek kabul edemiyorlar. İşte bahis konusu meselenin önüne geçilmesi noktasında bizimle onlar arasındaki görüş ay­rılığının sebebi budur. Eğer fıtrat ve yaratışın hakikatleri, tam manâsıyla kendilerine aydınlanmış olsaydı veya hadisenin ger­çek yönünü görebilselerdi şu fikirde birleşmemizde herhangi bir engel yoktu.
İnsan olarak kaldığı müddetçe, beşer nev'inde, şekli ne olur­sa olsun, mutlaka hayvanî duygular bulunacaktır. Şahsî istekleri ve nefsanî arzuları disiplin altına alan üstün bir sosyal nizamı gerçekleştiren medeniyetler bile, bahsi geçen tedbirleri almak hususunda, yine de, gaflet göstermemişlerdir.