Çeşitli Meseleler

Bu meselelere insan çoğu zaman muhatap olmaktadır ve nitekim fetvalarda da bu meseleler hakkında çeşitli suâller sorulmuştur.
I. Mesele
Soru: Sûfîlere hizmet eden bir kimse çarşıya çıkıyor, yiyecek maddelerini topluyor veya para toplayıp onunla yiyecek maddelerini satın alıyor. Böyle bir maldan yemek kim için helâldir? Bu mal, sadece sûfîlere mi mahsustur, yoksa başkaları da bundan istifade edebilir mi?

Cevap: Sûfîler böyle bir yemekten yedikleri takdirde bu yemeğin onların hakkı olduğunda şüphe yoktur. Başkasının yemesine gelince, ancak hizmetçinin rızası dahilinde yiyebilirler. Fakat buna rağmen şüpheden de uzak değildir. Hizmetçinin rızasıyla o yemeğin başkasına helâl olması cihetine gelince, sûfîlerin hizmetçisine verilen mal sûfîler için verilir. Fakat o malı başkası hizmetçiye vermiştir, sûfîlere değil. Bu bakımdan o hizmetçi çoluk çocuk sahibi olan ve çocuklarından ötürü başkasının sadakasını alan bir kimse gibidir. Çünkü çocuklara bakan odur. Onun aldığı onun mülkü olur çocukların değil... O, aldığından, çocukların gayrisine de yedirebilir. Zira 'O mal verenin mülkünden çıkmamıştır. Sûfîlerin hizmetçisi o malla satın almaya ve onda tasarruf etmeye yetkili değildir' demek uzak bir fetva olur. Çünkü böyle bir fetva şu neticeyi doğurur:

Muâtat yoluyla (aldım verdim) ibareleri olmadığı halde sadece memleketin örf ve âdetine göre alışveriş yapıp malı vermek kâfi değildir! Böyle bir fetva ise, zayıf bir fetvadır. Böyle bir neticeye zekâtlar, sadaka ve hediyeler hususunda hiç de gidilmez.
'Sûfîlere hizmet edenin, o malı istediği anda tekkede hazır bu-lan sûfîlerin mülküne girmek suretiyle mülkiyeti ortadan kalkmıştır' demek de uzaktır. Zira o sûfîlerden sonra gelenlere de o maldan yedirmeye hizmetçinin yetkili olduğunda şüphe yoktur. Eğer o mal toplandığı zaman, tekkede bulunan sûfîlerin hepsi ölürlerse veya onlardan biri ölürse onun payını varislerine taksim etmek farz olmaz. Bu mal tasarruf cihetine verilmiştir. Onun belli bir sahibi de yoktur demek de mümkün değildir. Çünkü mülkü herhangi bir cihete vermek fertleri tasarruf etmeye zorlamaz. Zira o mülke dahil olanların haddi hesabı yoktur. Hatta kıyamete kadar doğanlar ona dahil olurlar. Böyle bir mülkte ancak sulta sahipleri tasarruf edebilirler. Tekke hizmetçisinin ancak vakıf cihetine vekâleten o mülkte tasarruf etmesi de caiz değildir. Bu bakımdan, 'O, hizmetçinin mülküdür' demekten başka hiçbir çıkar yol kalmaz. Hizmetçileri ancak tasavvuf ve mürüvvet şartını gözetmek kaydıyla onu sûfîlere yedirir. Eğer sûfîleri onu yedirmekten mene-derse, onlar da hizmetçiyi kendilerine vekil olarak tanımayacaklardır ki ölünün ailesinden kesildiği gibi, hizmetçinin de onlarla arkadaşlığı kesilir.

II. Mesele
Sûfîler için vasiyet edilen bir mal hususunda şöyle soruldu: Bu malın kime sarfedilmesi caizdir? Cevap olarak dedim ki: Tasavvuf bâtınî bir iştir, bilinmez. Onun hakikatini herhangi bir zapt u rapt altına almak da mümkün değildir. Tasavvuf, sûfi kelimesini ıtlak etmek hususunda örf ehlinin güvendiği birtakım zâhirî işlerle bilinir: Bu husustaki umumî kaide şudur: Sûfîlerin tekkesine indiğinde oraya inmesi ve sûfîlere karışması halinde sûfîlerce münker ve hor telâkki edilmeyen bir sıfata sahip olan her müslüman sûfîlerin cemaatinden sayılır. Böyle bir müslümanda beş sıfatın bulunması gerekir: a) Salâh, b) Fakirlik, c) Sûfîlerin kisvesine bürünmek, d) Herhangi bir sanatla uğraşmak, e) Fakirlik yolunda tekkede süfîlerle haşr u neşr olmak. Sonra bu sıfatların bir kısmının yok olması, sûfilik isminin de yok olmasına sebep olur. Aynı zamanda bir kısmı diğer bir kısmıyla cebredilir. Yani bu sıfatların bazıları olmadığı takdirde diğer birinin varlığı olmayanın yerine geçer. Meselâ, fasıklık herhangi bir kimseyi böyle bir vasiyyetten mahrum eder. Çünkü sûfi öz olarak, özel bir sıfatla salâh ve takvâ ehlinden olan bir kimse demektir. Bu nedenle fâsıklığı görünen bir kimse sûfîlerin kisvesinde olsa dahi sûfîler için vasi-yet edilen maldan istifade etmez. Yalnız küçük günahları burada dikkate almayız.

Sanat ve kazanç ile meşgul olmaya gelince, onlar da kişiyi böyle bir maldan istifade etmekten menederler. O halde çiftlik sahibi, vâli, tüccar, dükkânında veya evinde sanatıyla meşgul olan, ücret mukabilinde herhangi bir hizmette çalışan kimseler sûfi ismiyle bilinen kimselere vasiyyet edilen maldan istifade ettirilemezler. Kişinin böyle olması sûfîlere karışmakla veya onların kisvesine bürünmekle telâfi edilemez. Cildçilik, terzilik, bunlara benzer ve aynı zamanda sûfîler için yapılması uygun olan işleri dükkânında yapmak, kazanç ve sanat suretiyle değil de başka bir şekilde yapanlar sûfîler için vasiyyet edilen inaldan mahrum edilemezler. Onların bu meşguliyetleri, daha önce zikrettiğimiz diğer sıfatların kendilerinde bulunması ve sûfîlerle bir arada oturmalarıyla telâfi edilir.

Sanatkâr olduğu halde bilfiil sanatla uğraşmamak hususuna gelince, bu durum, sûfîyi vasiyetten mahrum etmez. Va'z etmek ve ders okutmaya gelince, bu durum, eğer bu vazifeyi yürütende kisve, sûfîlerle beraber bir yerde kalmak ve fakirlik gibi sıfatlar mevcut ise tasavvuf ismine ters düşmez. Çünkü 'kurra bir sûfi, vâiz, âlim veya müderris bir sûfî' demek, sûfîliğe ters düşmez. Fakat çiftlik sahibi sûfî, tüccar sûfi, vali sûfi demek, sûfîliğe ters düşer.

Fakirliğe gelince, eğer fakirlik, müfrit bir zenginlikle ki o zenginlikten dolayı kişi görünür bir servete nisbet edilir ortadan kalkmış ise, bu takdirde sûfîler için vasiyet edilen maldan almak caiz olmaz. Eğer böyle bir kimsenin serveti bulunup geliri giderini karşılamazsa, onun hakkı iptal olunmaz. Ancak zekât düşmeyecek kadar malı olursa ve gideri yoksa o maldaki hakkı bâkidir. Bu işlerin ve fetvaların delilleri âdetten başka birşey değildir.

Sûfîlerle beraber bir yerde oturup kalkmaya gelince, bunun tesiri vardır. Fakat onlarla bir yerde durmayıp ancak evinde veya herhangi bir mescidde onların kisvesine bürünerek duran, onların ahlâkıyla ahlâklanmış bir kimseye gelince, o kimse onların pay-larına ortaktır. Onlarla haşir neşir olmanın terkedilmesi, kisvelerine bürünmekle telâfi edilir. Eğer kişide sûfîlerin kisvesine bürünmekten başka diğer sıfatlar varsa, kişi ancak onlarla tekkede kaldığı takdirde onlar için vasiyet edilen maldan istifade edebilir.

Böyle bir kişinin onlarla kalması, kendisini onların hükmüne sokmuş olur. Bu bakımdan onlarla bir arada durmak ve kisvelerine bürünmek, bu sıfatların herbirinin diğerinin yerine geçtiği gibi geçer. İşte sûfîlerin kisvesinde olmayan fakirin (ve fâkihin) hükmü budur, Eğer hariçse sûfîlerden sayılmaz. Eğer onlarla beraber diğer sıfatlar kendisinde mevcut ise, onlara tâbi olmak cihetiyle onların hükmüne girmesi uzak bir ihtimal değildir.

Sûfîlerin şeyhlerinden birinin elinden hırkayı giymek meselesine gelince, sûfîler için vasiyet edilen mala müstehak olmakta şart olmadığı gibi, diğer şartlar mevcut olduğu takdirde böyle bir durumun olmaması zarar da vermez. Evli olup, tekke ile evinin arasında gidip gelen bir kimse ise, bu durumdan ötürü sûfîler zümresinden çıkmaz.

III. Mesele
Sûfîlerin tekkesine ve orada kalanlara vakfedilen mal, sadece sûfîlere vakfedilen maldan daha geniş olur. Çünkü vakfın mânâsı onların yararına sarfetmek demektir. Bu bakımdan sûfî olmayan bir kimse de sûfîlerin sofrasında bir veya iki defa onlarla beraber rızalarıyla yiyebilir. Çünkü yemeklerin durumu müsamaha göstermeye bağlıdır. Hatta ortak ganimetlerde bile tek başına yemeklerde tasarruf etmek caizdir. Sûfîlere zikir halkalarında şiir okuyan bir kimse onlarla beraber o vakıf malından olan davetlerinden yiyebilir. Çünkü o şair sûfîlerin maişet maslahatından sayılır. Sadece sûfîler için vasiyet edilen bir maldan ise, sûfîlerin şairine o maldan yedirmek caiz değildir. Fakat vakıf malı tam bunun tersinedir. Şair gibi sûfîlerin meclisinde bulunan yöneticiler, tüccarlar, kadılar ve fakihler de vakıf malından sûfîlerin rızasıyla yiyebilirler. Çünkü bu kimselerin kalbini sûfîlere yöneltmekte sûfîlerin müsbet bir gayeleri vardır. Zira vakfeden bir kimse malını vakfederken sûfîlerin bu malda örf ve âdetleri cereyan edecektir inancıyla vakfediyor. Bu bakımdan bu malın tasarrufu örf ve âdete bağlanmış olur. Fakat bu daimî değildir. O halde sûfî olmayan bir kimsenin daimi olarak onlarla beraber oturması, sûfîler razı olsa dahi, onlarla beraber yemesi caiz değildir. Çünkü sûfîler hiçbir zaman sûfî olmayanları aralarına katmak suretiyle vakfedenin şartını bozmaya yetkili değildirler.

Fakîhe gelince, fakih, sûfîlerin kılık kıyafetlerinde ve ahlâk-larında olduğu zaman, ancak onların yanına inip onların payına dahil olabilir. Fakih olması, sûfi olmasına ters düşmez! Çünkü tasavvufu bilen bir kimsenin nezdinde, sûfîler zümresine dahil olmak için cahil olmak şart değildir. Bazı ahmakların 'İlim hakikatin önüne gerilmiş bir perdedir!' şeklindeki hezeyanları dikkate alınmaz. Çünkü esasen hakikatin önüne gerilen perde ilim değil cehalettir. Biz Kit ab'ul-İlim'de bu kelimenin te'vilini zikretmiş ve şöyle demiştik: 'Hakikatin önüne gerilen perde güzel ilim değildir. Aksine faydasız ilimdir'. Biz orada güzel ile çirkin ilimleri açıklamalarıyla beraber zikrettik.

Eğer fakih, sûfîlerin kılık ve kıyafetlerinde ve ahlâkında değilse sûfîler onu aralarına girmekten menedebilirler. Eğer buna rağmen aralarına girmesine müsâade ederlerse, onlara tâbi olmak suretiyle beraberlerinde yemesi helâldir. Kılık ve kıyafeti onlar gibi olmadığı takdirde yoksulluk ve fakirlik sıfatları onun yerine geçer. Fakat ancak kılık kıyafet erbabının rızasıyla yoksulluk onun yerine geçer. Bütün bu fetvaların ve işlerin şahitleri âdetlerdir. Bunlarda karşılıklı emirler vardır. Onların olması veya olmaması arasındaki benzeyiş gizli değildir. Bu bakımdan şüpheli yerden çekinip uzak duran bir kimse, dinini her türlü şaibeden kurtarmış olur. Nitekim biz buna Şüpheler bahsinde işaret etmiştik.

IV. Mesele
Rüşvet ile hediye arasındaki farktan soruldu. Oysa her ikisi de verenin rızasıyla elinden çıkmış olur ve her ikisinde de verenin bir emeli ve gayesi vardır. Buna rağmen birisi haram kılınmıştır, diğeri ise helâl... Hikmeti nedir?

Cevap: Malını veren bir kimse hiçbir zaman gayesiz ve hedefsiz vermez. Fakat malın verilişinden elde edilmesi beklenen hedef bazen sevap gibi gelecekteki hedef olur. Bazen de acil hedef olur. Bu acil hedef de ya mal veya fiil veya belli bir maksada yardım etmektir veya kendisine hediye verilenin kalbine muhabbetini yerleştirmek suretiyle yaklaşmaktır. Bu da muhabbetin ya kendisi için veya o muhabbetle ondan öte bulunan bir hedefe varmak içindir. Bu bakımdan bu taksimattan elde edilen kısımlar beştir:
1. Birincisi, gayesi âhiretteki sevap olan kısımdır. Bu mal ya kendisine mal verilen şahsın muhtaç olduğundan veya âlim olduğundan veya dinî bir mezhebe müntesip bulunduğundan veya
dindar ve sâlih bir kimse olduğu için verilir. Fakat malı alan kimse bu malın, muhtaç kabul edildiğinden dolayı kendisine verildiğini bildiği takdirde ve muhtaç ise bu mal kendisine helâl olur.
Şerefli soyundan ötürü kendisine bu malın verildiğini biliyorsa, eğer o soya mensup olduğunda yalan söylüyorsa, yine mal kendisine helâl değildir. İlminden ötürü kendisine verilen mal ise, ancak verenin inandığı şekilde âlim ise kendisine helâl olur. Eğer veren zat onu ilimde mükemmel olarak düşündüğü için ona mal göndermek suretiyle ilmin hürmetine binaen yaklaşmak isterse ve o da mükemmel bir kimse değilse, bu mal ona helâl olmaz. Dindarlığından ötürü kendisine verilen mala gelince, eğer iç âleminde fâsık bir kimse ise, şayet mal sahibi de onun bu gizli tarafını bilseydi ona birşey vermeyecek ise, bu mal kendisine helâl olmaz. Çok az sâlih kimse vardır ki, iç âlemi keşfolunup halk tarafından müşâhede edildiğinde ona meyleden kalpler kalsın! Ancak kerim ve cemil olan Allah'ın örtüşüdür ki, halka sevdirir. Ehli takvâ alışverişte meçhul kimseleri kendilerine vekil edinirlerdi ki, alışverişte kendilerine müsamaha gösterilmesin. Bütün bunu din ile dünyayı elde etmekten korkarak yapıyorlardı. Çünkü din ile dünyayı elde etmek tehlikelidir. Takvâ ise gizlidir. İlim, neseb ve fakirlik gibi değildir. Bu bakımdan din ile dünyayı almaktan mümkün olduğu kadar kaçınmak gerekir.
2. İkinci kısım, belli bir gayenin derhal tahakkuku için verilen bir maldır. Zenginin hediyesine tamah edip zengine hediye veren bir fakir gibi. İşte bu karşılık şartıyla yapılan bir hibedir. Böyle bir hibenin hükmü ise gizli değildir. Bu hibe, ancak istenilen karşılığın tahakkuku akid şartlarının varlığı ânında olur.
3. Üçüncü kısım, belli bir fiil ile yardım etmek için verilen maldır. Sultana muhtaç olan bir kimsenin sultanın vekiline, yakınına veya sultan nezdinde sözü geçerli olan bir kimseye vermesi gibi.. İşte bu, hâl karînesiyle bilinen, bir karşılık şartıyla verilen bir hediyedir. Bu bakımdan karşılık için olan bu amele dikkat etmek gerekir: Eğer bu istenilen amel haram ise, haram bir maaşın tahakkuku için şefaatçı olunması istenildiği gibi bir insana veya başka bir şeye zulmetmek ise, böyle bir hediyeyi kabul
etmek haramdır. Eğer bu amel, her kudret sahibi tarafından kaldırılması farz olan bir zulmün kaldırılması gibi bir şeyse veya yapılması gereken bir şahitlik ise, yine bu niyetle verilen hediyeyi almak haramdır. İşte bu tür hediye, haramlığında şüphe olmayan rüşvettir. Eğer o fiil, yapılması ne vacib ne de haram, aksine mübah bir fiil ise ve tahakkukunda zorluk varsa, aldığı hediye işi yaptığı zaman helâl olur. Bu hediye âdeta cu'le108 yerine geçmiş olur. Bunun misali, 'Şu kıssayı sultanın veya filân adamın kulağına ulaştırırsan, sana benden bir dinar var' demesi gibidir. İşte bunu yapmak zorluk çekmeye ve kıymet taşıyan bir çalışmaya muhtaçtır veya 'Filan adama söyle, bana şöyle bir gayenin tahak-kukunda yardım etsin' veyahut 'Bana şu nimetleri versin'; (buna karşılık getirmek de uzun bir konuşmaya muhtaçtır. İşte bunun karşılığında aldığı mal cu'le olur. Cu'le ise helâldir).

Nitekim kadı'nm huzurunda vekillik yapan bir kimsenin aldığı mal gibi helâldir. Böyle bir vekil haramın tahakkuku için çalışmadığı takdirde aldığı ücret haram değildir. Eğer mal veren adamın isteği zahmetsiz bir kelimeyle olacaksa, o kelime ancak kadri sayılır bir kimseden veya o fiil böyle bir kimseden sadır olursa, fayda verecek olsa bile yine de karşılık alınamaz. Kapıcıya 'Bu adamcağızın sultanın yanına sokulmasına müsaade et' demesi gibi veya sadece meseleyi sultana bildirmesi gibi.. İşte buna karşılık alınan mal haramdır. Çünkü bu mal, nüfuzdan ötürü alınan maldır. Şeriatta böyle bir malın caiz olması sabit olmamıştır. Aksine şer'an bunu yasaklayan deliller vardır. Nitekim sultanlara verilen hediyeler bahsinde bu husus gelecektir.

Şuf'ayı kaldırmak karşılığında, ayıplı olduğu halde satılan malı geri vermek karşılığında, bahçedeki dalların başkasının arazisinin sahasına girdiği ve birtakım gayeler karşılığında böyle bir bedel almak caiz olmadığı halde nasıl olur da nüfuz ve söz geçerliliği karşılığında caiz olabilir? Haramlıkta doktorun tek kelime karşılığında almış olduğu ücret de buna yakındır. Doktor o kelime ile sadece kendisi tarafından bilinen bir ilâca işaret ederek ücret alır. Meselâ herhangi bir kimse herhangi bir bitkinin bâsur has
talığına veya başka bir hastalığa faydalı olduğunu bilir de onu para karşılığında söylerse, işte böyle bir kimsenin sözü bir susam tanesi kadar bile kıymet taşımaz. Bu bakımdan buna ve bilgisine karşılık ücret caiz değildir. Çünkü doktorun bilgisi başkasına intikal etmez ki, buna karşı ücret alsın. Aksine söylemek suretiyle onun bilgisi gibi bir bilgi karşısındaki muhataba verilir, bilgisi ise kendisinde kalır. Sanatta mâhir olan bir kimsenin durumu bundan biraz daha hafiftir. Meselâ hastalığı güzelce teşhis ettiği için kılıcın veya aynanın eğriliğini bir vuruşta doğrultan usta gibi. Bu zatın bir darbesiyle sanatın erbabı olduğu için kılıcın kıymeti ve aynanın değeri çok artar. İşte böyle bir kimsenin o biricik vuruş karşısında ücret almasında sakınca görmüyorum. Çünkü insan böyle sanatları, yorularak onunla nafakasını kazanmak için zamanında öğrenip kendisini çok çalışmaktan kurtarmak ister.

4. Hediye verilenin muhabbetini kazanmak için verilen maldır. Bunun dışında hiçbir hedefi yoktur. Bütün gayesi; o hediyeyi vermek suretiyle hediye alanla arasında bir yakınlık kurup, sohbeti geliştirmek, onun kalbine muhabbetini yerleştirmektir. Bu hedef akıllı kimselerin hedefidir. Şer'an da müslümanlar böyle bir hedefe teşvik edilmişlerdir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hediyeleşiniz, sevişiniz. (Karşılıklı hediye veriniz, çünkü bu tür hediyeler muhabbetin artışına vesiledirler).
İnsanoğlu çok zaman başkasının muhabbetini de sadece muhabbet için istememektedir. Aksine onun muhabbetini de, bir fayda olur diye istemektedir. Fakat bir fayda için değil, hâli hazırda ve gelecekte kendisini hediye vermeye teşvik eden belli bir gaye kalbinde olmadığı takdirde verdiğine hediye denir ve verdiğinin alınması da helâldir.
5. Verdiği mal ile alanın kalbini kazanmak, sevgisini kazanmak isteğidir. Fakat sevgisini, sadece sevgi ve ünsiyet bakımından kazanmak istemiyor da o sevgi vasıtasıyla belli gayelerini hediye alanın nüfuzundan istifade ederek tahakkuk ettirmek için veriyorsa, gayelerinin cinsi belli olduktan sonra aynısı münhasır olmazsa dahi beis yoktur, Kısacası, eğer mal verdiği kimsenin sözü geçerli olmayıp nüfuzu kıt olsaydı, ona bu hediyeyi vermezdi. Bu bakımdan dikkat etmelidir. Eğer nüfuzu ilimden veya soylu olduğundan neş'et ediyorsa, böyle bir kimsenin verilen malı kabul etmesi biraz daha hafifleşir. Fakat buna rağmen alınması yine de mekruhtur. Çünkü burada rüşvete benzerlik vardır. Fakat tam rüşvettir de denilmez. Çünkü zahirde hediyedir. Eğer nüfuzu, işgal ettiği kadılık, memuriyet, tahsildarlık, haraç malını tahsil etmekle, devletin herhangi bir vazifesini yürütmekten yahut vakıf mütevelliği yapmaktan geliyorsa, şayet bu vazifeleri işgal etmeseydi adam da kendisine bu hediyeyi vermeyecek ise verilen hediye rüşvettir. Fakat hediye biçimine sokularak verilmiştir. Çünkü bu hediyeden gaye hediyeyi alana yaklaşmak, onun sevgisini kazanmaktır. Fakat bunu da belli bir iş için verir. Zira memuriyetlerle (veya alâmetlerle) halledilmesi mümkün olan pekçok şeyler vardır. Bu adamın verdiği hediye ile alanın sevgisini değil, kim olursa olsun makam sahibinin sevgisini kazanmak istediğine dair delil şudur: Eğer şu anda hediye verilenin yerine başkası o makamı işgal etseydi hediyeyi ona verecekti. İşte bu durumda ve bu şartlarla verilen bir malın şiddetle kerih olduğu ulemanın ittifakla savundukları bir hakikattir. Fakat haram olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Çünkü burada mânâ çarpışmaktadır. Zira bu mal, sade hediye ile belli bir gaye karşılığında sadece nü-fuzdan ötürü verilen rüşvet arasında gidip gelmektedir. Kıyasî benzerlik çarpıştığı zaman, eğer haber ve eserler çarpışan taraflardan birini takviye ederlerse, o tarafı tercih etmenin gerekliliği meydana çıkmış olur. Oysa haberler bu hususta tehdidin şiddetli oluşuna delalet etmektedirler.

Nitekim Allah'ın Rasûlü (s.a) şöyle buyurmuştur:
Halk üzerine bir zaman gelecektir ki, o zamanda haram he-diye ismiyle helâl kılınacaktır. Katl de ibret bahanesiyle helâl sayılacaktır. Halk tabakası ibret alsın diye hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz insanlar öldürülecektir!109

İbn Mes'ud'dan 'haram' ile tefsir ettiğimiz suht kelimesinin mânâsı sorulduğunda şöyle demiştir: 'Kişi, herhangi bir kimsenin ihtiyacını yerine getirdiğinde kendisine hediye olarak verilen mal demektir'.
İbn Mes'ud 'Kişi zahmetsiz bir kelime ile karşısındaki insanın ihtiyacını yerine getirip karşılığında hediye alır veya esasında o kelimeyi karşısındaki adamın lehinde teberru yoluyla sarfeder, herhangi bir ücret kastını taşımazsa, sonra o kelimeye karşılık olarak birşey alması caiz değildir' mânâsını kastetmiş olabilir. İşte bu şekillerde alınan bir hediye 'suht'tur.

Mesruk110, herhangi bir bir kimsenin lehinde şefaatte bulundu. İşi görülen adam, kendisine bir cariye hediye etmek istedi. Bunun üzerine Mesruk cariyeyi sahibine geri çevirmekle beraber kızarak şunları söyledi: 'Eğer ben senin kalbindekini bilseydim, ihtiyacın için bir kelime dahi sarfetmezdim. Bundan böyle, geri kalan kısım için bir kelime dahi konuşup şefaatte bulunmayacağım'.
Tavus b. Keysan'a 'Sultana verilen hediyelerin hükmü nedir?' diye sorulduğunda, 'Katıksız haramdır' diye cevap vermiştir.

Hz. Ömer (r.a) iki çocuğunun beytülmal'den borç aldıkları malın kârının yarısını onların elinden alıp 'Benim çocuklarım olduğunuz için size o mal verilmiştir!' demiştir. Çünkü Hz. Ömer o malın kendilerine siyasî nüfuzu için verilmiş olduğu kanaatinde idi.

Ebu Ubeyde Âmir b. Cerrah'ın zevcesi, Roma İmparatoriçesine şişe içinde güzel bir koku hediye etti. İmparatoriçe de karşılık ola-rak kıymetli bir mücevheri kendisine gönderdi, Hz. Ömer o mü-cevheri Ebu Ubeyde'nin hanımından aldırıp beytulmal'ın lehine sattı. Ondan ancak hediye ettiği esansın parası kadarını kendisine iade etti. Diğerini beytulmal'e gönderdi.

Cabir ile Ebu Hüreyre şöyle demiştir: 'Sultanlara verilen hediyeler, ihanetle devletin ve milletin malından çalınan mallardır'.
Ömer b. Abdulaziz, kendisine gönderilen hediyeyi geri çevirdiği zaman hazır bulunanlar şöyle dediler:
- Allah'ın Rasûlü (s.a) hediyeyi kabul ediyordu. (Sen neden kabul etmiyorsun?)
- O verilen mal Allah Rasûlü için hediyeydi. Bizim için ise rüşvettir.
Yani o malı veren Allah Rasûlü'nün siyasî nüfuzundan istifade etmek için vermiyordu. Onun peygamberlik vasfından istifade etmek ve bu yolda kendisine yaklaşmak için veriyordu. Fakat bize ancak siyasî nüfuzumuzdan ötürü verilmektedir.

Bütün bunlardan daha büyük olanı Ebu Humeyd111 es-Saidî'nin anlattığı şu hâdisedir: Allah'ın Rasûlü (s.a) bir valiyi Yemenli Ezd kabilesinin zekâtlarını toplamak üzere Yemen'e gönderdi. Giden zat, vazifesini yapıp dönünce, getirdiklerinin bir kısmını yanında bırakarak gerisini Rasûlullah'a teslim etti: İşte bu sizindir! Bu ise bana hediye verilmiştir!' dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü (s.a) şöyle buyurdu:

Eğer doğruysan neden babanın ve annenin evinde oturup gelecek hediyelerin kendiliğinden sana ulaşmasını beklemedin? Ne oluyor ki herhangi birinizi memur tayin ettiğimde çıkıp da 'Bu sizindir, şu ise benim için hediye edilmiş bir maldır' diyor? Acaba o adam neden annesinin evinde oturduğunda, hediyesi kendisine gelmedi? Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, içinizden biri, hakkı olmadığı halde bir şeyi alırsa, kıyamet gününde o aldığı şeyi sırtlayarak Allah'ın huzuruna gelecektir, içinizden biri kıyamet gününde bağıran bir deveyi veya böğüren bir sığırı veya meleyen bir koyunu sırtlayıp Allah'ın huzuruna gelmesin!112
Bunu söyledikten sonra ellerini, koltuklarının beyazlığı görünecek derecede kaldırarak şu dilekte bulundu:
Ya rabbî! Vazifemi tebliğ ettim mi?
Bu şiddet ve tehditler sabit olduğu zaman, kadı ve valiye uygun olan hareket, nefsini annesinin ve babasının evinde farzetmektir. Eğer vazifesinden azlolunduktan sonra annesinin evinde olduğu halde kendisine verilecek birşey el'an veriliyorsa kabul etmelidir. Yani valilik zamanında da bu hediyeyi kabul etmesi caiz olur. Fakat ancak siyasî nüfuzundan ötürü kendisine verildiğini biliyorsa, kabul etmesi haramdır. Dostlarının hediyelerindeki durumlarını doğru dürüst çözemediği, vazifesinden azledildiği takdirde yine verecekler mi vermeyecekler mi diye kestiremediği takdirde şüpheli olur. Bu bakımdan şüphelilerden sakınması gerekir.
Helâllere ve haramlara ilişkin bu bölüm, Allah'ın inayeti, hamdı, minneti ve güzel tevfikiyle tamamlanmış bulunuyor. Allah herşeyi en iyi bilendir!



108) Cu'lenin misâli Zeyd'in Amr'a gidip 'Mektubumu Bekir'e verip cevabını bana getirirsen sana yüz lira vereceğim' demesi gibidir. Amr, ancak bu vazifeleri gördükten sonra bu parayı hakeder.
109) İmam Irâki bu hadisin aslına rastlamadığını kaydeder.
110) Aslen Hemedanlı olup Kûfe'de ikamet ederdi, Künyesi Ebu Âişe'dir. Hz. Aişe validemiz (r.a) onu küçük iken evlât edinmişti. Bu zat İbn Mes'ud'un büyük talebelerinden biridir. Hz. Ebubekir'in arkasında namaz kılmış, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Zeyd b. Sâbit ile görüşmüştür.
111) Ensar'dan Medineli bir zattır. Ashâb-ı Kiram'dandır. İsmi Abdurrahman veya Münzir b. Sa'd b. Maliki tir. Hazrec kabilesindendir. Vakidî'rıin rivayetine göre Muaviye'nin hilâfetinin sonunda veya Yezid'in saltanatının başında vefat etmiştir.
112) Buhârî