6.Vecd'in Kısımları

Vecd de hacim (tekellüfsüz gelen) ve mütekellef (zorla gelen) diye iki kısma ayrılır. Bu son kısma tevâcud ismi de verilir. Bu zo raki tevacud'un bir kısmı kötüdür. Kötü olan kısmı, kendisiyle riya ve iflasla beraber şerefli hallerin açıklaması kastolunan kısımdır, Bir kısmı da mahduddur. O da şerefli halleri çağırmak, hile yoluyla çalışıp celbetmek için vecde tevessül etmektir! Zira çalışmanın şerefli hallerin kazanılmasında tesiri vardır. Bunur içindir ki Hz. Peygamber (s.a) Kur'an okuyup ağlaması gelmeyer bir kimseye kendisini ağlar ve üzüntülü göstermesini' emretmiştir. Çünkü bu hallerin, bazen başlangıçlarında zorakilil vardır. Fakat sonradan, bilfiil tahakkuk ederler. Tekellüf zorla ge tirilen halin sonunda kişide tabiileşmesine nasıl sebep olmasın Oysa Kur'an'ı öğrenen bir kimse önce onu 'zorla' hıfzeder. Tan düşünmekle, zihnini hazır etmekle beraber onu 'zorla' okuyabilir Sonra Kur'an okumak onun dilinin daimi bir âdeti haline gelir Hatta kalbi gafil olduğu halde, ister namazda ister başka yerlerde dili kendi kendine Kur'an okur. Bazen surenin tamamını okuyu] sonuna vardığı zaman adam kendine gelir ve bilir ki, bu sureyi gaflet halinde okumuştur.

Yazar da böyledir. Başlangıçta zorlukla yazar, sonra eli yazıy alışır. Yazmak onun için tabiileşir. Kalbi başka birşey düşünürken ve tamamen kendisini o şeyi düşünmeye kaptırdı halde eli birçok sayfa yazar. Bu bakımdan nefsin ve azaların yük lendiği bütün sıfatları elde etmenin yolu ancak tekellüf ve zorluk tan geçer. Başta tasannu yapar, sonra âdet ile kendisi tabiileşi İşte seleften birinin 'Âdet beşinci bir tabiattır' demekten maksaı budurr. Böylece şerefli hallerde olmadıkları zaman, ümitsiz olma uygun değildir. Aksine teganni dinlemek ve başka yollaı başvurmak sûretiyle onlara sahip olmak için çeşitli zorlukları de
nemesi gerekir. Zira âdetler cümlesinden olarak görülmüştür ki, biri bir şahsa aşık olmak ister Fakat bir türlü kalbinde onun sev gisi yoktur. Buna rağmen nefsinde onu anlar, ona daimi bir şekilde bakar ve güzel vasıflarını görür. Ona aşık oluncaya kadar, onun güzel ahlâklarını nefsinde hazır bulundurur. Böylece kendi iradesinin sınırını aşacak kadar kalbinde bunu yerleştirir, fakat bundan sonra ondan kurtulmak istese de artık kurtulamaz.

İşte Allah Teâlâ'nın sevgisi ve onun mülakatına karşı duyulan şevk de böyledir. O'nun kahrından korkmayı ve diğer şerefli halleri insan kaybettiği zaman bu hallerle sıfatlanmış kimselerin meclis lerinde oturmak sûretiyle onların hallerini müşahede etmek, sıfatlarıyla nefsini güzelleştirmek, teganni dinlerken onlarla bera ber oturmak, Allah'a yalvarış ve duada onların beraberinde bu lunmak sûretiyle kendisini zorlayıp yitirdiği o sıfatları kazanmaya çalışmalı ve Allah Teâlâ'dan bunların sebeplerini kendisine ko laylaştırmak sûretiyle o hali kendisine nasip etmesini dilemelidir.

Salihler, korkanlar, iyilik yapanlar, Allah'a iştiyak duyanlar ve kalbi huşu ve huzur içinde bulunanlarla oturmak bu halin ol masının sebeplerindendir. Bu bakımdan bir şahısla oturan bir kimseye, farkında olmadan o şahsın sıfatları sirayet eder. Sevgi ve diğer hallerin sebeplerle kazanılmasının imkânlarına Hz. Peygamberin (s.a) şu duası delâlet eder:
Ey Allahım! Bana kendi sevgini ve seni sevenin sevgisini ve beni senin sevgine yaklaştıranın sevgisini rızık olarak ihsan et.49

İşte görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a) sevginin istenmesi hu susunda duaya başvurmuştur. Buraya kadar vecdin keşiflere ve hallere ayrılmasının izahı ile ifade edilmesi mümkün olan ve ol mayana ayrılmasının ve zorla elde edilen ile tabî olarak elde edilen kısma ayrılmasının açıklaması yapılmıştır.
İtiraz: Bu vecde tutulanlar neden Kur'an'ı dinledikleri zaman vecde kapılmıyorlar? Oysa Kur'an Allah'ın kelâmıdır. Fakat te ganni anında vecde kapılıyorlar. Oysa teganni şairlerin kelâmıdır.

Eğer hakîkaten vecd iddia edildiği gibi, Allah'ın lütfundan gelen bir hakîkat olsaydı, şeytandan gelen bir bâtıl olmasaydı muhakkak ki ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen bir vecd olurdu.
Cevap: Hakîkî vecd Allah Teâlâ'nın sevgisinin çokluğundan ve salikin doğru iradesinden ve Allah ile kavuşmanın şevkinden kaynaklanır. Böyle bir vecd Kur'an'ın dinlenilmesiyle harekete geçmeyen vecd ise, ancak yaratıkların sevgisinden, mahlukun aşkından gelen vecddir Nitekim iyi bilin ki Allah'ın zikriyle kalp ler itminana kavuşur' ve 'Allah, sözün, en güzelini, birbirine ben zer, ikişerli bir kitap halinde indirdi. Rablerinden korkanların de rileri ondan ürperir. Sonra derileri de, kalpleri de Allah'ın zikrine yumuşar' (Zümer/23) ayetleri de buna delâlet eder.

Dinlemenin sonunda, dinlemekten ötürü nefiste oluşan herşey vecd'dir. Bu bakımdan nefisteki itminan, ürperme, korku, kalbin yumuşaması, bütün bunlar vecddir.

Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri korkar.
(Enfa1/2)

Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik kesinlikle o dağın Allah korkusundan paramparça olduğunu görür dün!
(Haşr/21)

Bu bakımdan korku ve huşû, hallerin türünden olan bir vecd dır. Her ne kadar keşifler kabilinden olmasa da... Fakat bazen keşiflerin sebebi olur. Bu sırra binaen Hz. Peygamber şöyle bu yurmuştur:'Kur'an'ı seslerinizle süsleyin'.50

Hz. Peygamber Ebu Musa el-Eş'arî hakkında şöyle demiştir 'Ona Âl-i Dâvud'un mizmarlarından bir mizmar verilmiştir'.51

Kalp sahiplerinin Kur'an'ı dinledikleri zaman vecd kapıldıklarına delâlet eden hikayelere gelince, bunlar çoktur Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Hûd suresi ve kardeşleri bulunan diğer (sureler) beni ihti yarlattı.52

Zira ihtiyarlık korku ve üzüntüden olur. Bu ise vecdin ta kendi sidir. Rivayet ediliyor ki, İbn Mes'ud (r.a) Hz. Peygamberin (s.a) huzurunda Nisa sûresini okudu. 'Her ümmetten birer şahid ge tirdiğimiz ve seni de onların üzerine bir şahid yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne olacak?' ayetine vardığı zaman Hz. Peygamber İbn Mes'ud'a 'yeter' dedi. Hz. Peygamberin iki gö zünden yaşlar akıyordu.
Başka bir rivayet şöyledir: Hz. Peygamber (s.a) şu ayeti oku yunca (veya Hz. Peygambere okununca) bağırarak yere düşmüştür:

Zira bizim yanımızda bukağılar ve (içine girecekleri) bir ateş, boğaza takılıp kalan bir yiyecek ve ayrıca bir azap da vardır.(Müzemmi1/12-13)

Yine bir başka rivayette Hz. Peygamberin şu ayeti okuyup ağladığı bildirilmektedir:
Eğer onlara azap verirsen, muhakkak ki onlar senin kullarındır.(Mâide/118)

Hz. Peygamber (s.a) bir rahmet ayetini okuduğu zaman, dua eder ve sevinirdi. Sevinmek ise vecdin ta kendisidir. Allah Teâlâ vecd ehlini Kur'an ile överek şöyle buyurmuştur:
Peygambere indirileni dinledikleri zaman hakkı an ladıklarından ötürü gözlerinin yaşla dolup boşaldığını gö rürsün. Onlar şöyle derler: Ey rabbimiz! İman ettik! Şimdi bizi şehâdet getirenlerle beraber yaz'.
(Maide/83)

Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a) göğsü kaynayan kazan gibi ses çıkardığı halde namaz kılardı.53 Kur'an ile sahabe ve tabi inin vecde kapılması hakkında nakledilen hâdiseler çoktur. Onların bir kısmı Kur'an'ı dinlediği zaman gayri ihtiyari olarak bağırırdı. Bir kısmı ağlar, bir kısmı bayılırdı. Hatta bir kısmı da ve fat etmiştir.

Rivayet ediliyor ki Zürare b. Ebi Evfa54 Rakkâ şehrinde halka imamlık yapıyordu. Bir ara 'Sur'a üfürüldüğü zaman' (Müddes sir/8) ayetini okudu. Gayr-i ihtiyari olarak bağırdı ve mihrabda düşüp öldü.
Hz. Ömer (r.a) birinin 'Muhakkak ki, senin rabbinin azabı vaki olacaktır. Ona mâni olacak hiçbir kuvvet yoktur' ayetini okuduğunu işitti. Dehşetli bir ses çıkararak yere yuvarlanıp bayıldı. Evine götürüldü. Bir ay kadar hasta yattı.

Tabiinden Ebu Cerir'in yanında Salih b. Beşir el-Merî Kur'an okudu, bu zat bağırdı ve düşüp öldü.
İmam Şâfiî (r.a) bir hafızın 'Bugün o gündür ki, konuşamazlar ve kendilerine özür dilemek için de izin verilmez' ayetini okuduğunu işitti. Derhal düşüp bayıldı.

Ali b. Fudayl 'İnsanların rabb'ul-âlemîn'in huzuruna kalktıkları gün..' (En'am/83) ayetini okuyan birini dinledi, derhal düşüp bayıldı. Babası Fudayl b. İyaz ona şöyle hitap etti: 'Allah Teâlâ senden bildiğini senin için kabul eylesin'.

Selefin bir cemaatinden de bu tür menkıbeler nakledilmiştir. Sûfiler de böyle idi. Zira Şiblî Ramazan'ın bu gecesinde mescidde, imamın arkasında namaz kılıyordu. İmam 'Yemin olsun ki, eğer dilesek sana vahyettiğimiz Kur'an'ı kalplerden ve yazılı satırlardan gideririz' (İsrâ/83) ayetini okuduğu zaman Şiblî'den öyle bir ses çıktı ki, cemaat onun ruhunu teslim ettiğini sandı. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Azaları titremeye başladı ve dedi ki: 'Bu hitaplarla Allah Teâlâ dostlarına hitap ediyor!' Bu sözünü birkaç defa tekrar etti.

Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: Sırrı es-Sakatî'nin huzuruna girdim. Huzurunda baygın bir kişi gördüm. Bana dedi ki: 'Bu kişi Kur'an'dan bir ayet dinledi, bayıldı'. Dedim ki: 'Aynı ayeti (o baygın iken de) okuyunuz!' Aynı ayeti okudular. Bu sefer adam ayıldı. Sırrı 'Bunu nerden biliyorsun?' diye sordu. Cevap olarak dedim ki: 'Gördüm ki, Hz. Yakub'un iki gözünü kaybetmesi, bir mahluk (Hz.yusuf) için olduğundan bir mahluk ile (Hz. Yusuf'un iç gömleği ile) gözüne kavuştu. Eğer onun körlüğü Allah Teâlâ'dan ötürü olsaydı, bir mahluk ile gözünü yeniden kazanamazdı'. Sırrî benim bu nüktemi güzel gördü.

Cüneyd'in bu nüktesine şairin şu sözü de işaret eder:
Bir kadehi lezzet üzere içtim,
İkinci bir kadehle daha önceki kadehten neş'et eden has talığımı tedavi ettim.
Sûfîlerden biri şöyle demiştir: "Ben bir gece şu ayeti okuyup tekrar ediyordum: 'Her nefis ölümü tadıcıdır'. Ansızın gaibden beni çağıran bir ses 'Bu ayeti ne kadar tekrar edeceksin? Sen böyle yapmakla, yaratıldıkları günden beri (Allah'tan haya ettiklerin den) başlarını kaldırıp göğe bakmayan cinlerden dört kişiyi öl dürmüş oldun' dedi".

Ebu Ali Mağazilî, Şiblî'ye şöyle der: 'Çoğu zaman Allah'ın Kitabı'ndan kulağıma bir ayet gelip çarpıyor. Bu ayet beni dünya dan uzaklaştırıyor. Sonra ben hallerime ve insanlara dönüyorum. Onun üzerinde kalmıyorum'. Şiblî kendisine şöyle cevap verir: 'Kur'an'dan senin kulağına gelip seni huzuruna celbeden miktar Allah Teâlâ'ya teveccüh etmek hususunda, kuvvet ve kudretinden tamamen soyunup (kuvvet ve kudreti O'ndan bilmendir)'.

Tasavvuf ehlinden bir zat, birinin 'Ey itaatkar nefis! Dön rabbine! Sen O'ndan razı, O da senden razı olarak... (Fecr/27-28) ayetini okuduğunu duydu. Ondan ikinci bir defa o'kumasını istedi ve dedi ki: Ben ne kadar ona 'Rabbine dön!' diyorsam da o dönmüyor'. Sonra vecde kapılıp ruhunun bedenini terketmesine sebep
olacak derecede bir ses çıkardı ve düşüp öldü.

Bekir b. Muaz bir okuyucunun 'Kıyamet günü ile uyar. O vakit kalpler hüzünle dolu olarak gırtlaklara çıkmış, yutkunur durur lar. Kâfirlerin ne bir yakını var, ne de şefaati makbul bir şefaatçısı' (Mü'min/18) ayetini okuduğunu işitti, tirtir titremeye başladı. Sonra bağırıp şöyle dedi: 'Yarab! Korkuttuğun, korktuktan sonra da taatinle sana yönelmemiş kimseye rahmet etV Sonra düşüp bayıldı.

İbrahim b. Edhem bir kimsenin 'Gök yarıldığı zaman' (İnşikak/l) ayetini okuduğunu işittiği zaman mafsalları tirtir tit remeye başladı. Titremek bütün bedenine sirayet edinceye kadar devam etti.

Muhammed b. Sebih'den şöyle rivayet edilir: Bir adam Fırat nehrinde yıkamıyordu. Sahilden geçen biri 'Ey günahkarlar! Bugün mü'minlerden ayrılınız' (Yasin/59) ayetini okudu. Yıkanan kişi, boğuluncaya kadar sallandı. Zikrediliyor ki, bu Selman ta rafından müşahede edildi. Bundan dolayı, Selman genci can-ı gö nülden sevdi. Bir ara genci kaybeden Selman, gencin durumunu sordu. Kendisine hasta olduğu haber verildi. Genci ziyaret etmek maksadıyla evine geldi. Ölüm döşeğinde olduğunu gördü ve genç Selman'a şöyle hitap etti: 'Ey Allah'ın kulu! Hani o okuduğum zaman tüylerimi ürperten ayetler var ya? İşte o şimdi (dünyanın) en güzel şeklinde bana geldi. Allah Teâlâ'nın ondan ötürü benim bütün günahımı affettiğini haber verdi'.
Kalp erbabından olan bir kimse Kur'an'ı dinlediği zaman vecdden uzak değildir. Eğer Kur'an kendisinde müsbet bir tesir bırakmıyorsa, onun misali, kulağı ağzından çıkanı duymayan hayvanın misaline benzer. Böyle bir kimsenin sözü, bağırma ve çağırmadan başka birşey değildir. Bu kimse sağır, dilsiz ve kördür ve konuşulan sözün mânâsını anlayamayanlardandır! Bunların tam zıddı olarak, kalp erbabından olan bir kimse, dinlediği bir hikmetli kelimeden dahi müsbet mânâda etkilenir.

Cafer el-Huldî55 şöyle demiştir: Horasan halkından bir kişi, Cüneyd-i Bağdadînin bir cemaatte bulunduğu bir zamanda huzu runa varıp şu suali sordu: kişinin nezdinde kendisini övenle kötüleyen ne zaman bir olur?' (Huzurda bulunan) meşayihten biri 'Eğer kişi tımarhaneye girer, iki zincirle bağlanırsa, (o zaman onu medhedenle kötüleyen onun yanında eşit olur)' dedi. Bunun üze rine Cüneyd şöyle dedi: 'Bu sualin cevabını vermek senin işin değil. Sonra sual soran kişiye dönüp dedi ki: 'Evet kesinlikle mah luk olduğunu bildiği zaman kendisini övenle, kötüleyen onun yanında eşit olurlar'. Cüneyd'in bu cevabı, kişinin bağırarak düşüp ölmesine sebep oldu.56

İtiraz: Kur'an'ın dinlenilmesi vecd için fayda verici ise neden ehl-i vecd gazelhanların etrafında toplanıp onları dinliyorlar da, kurraların etrafında toplanmıyorlar? Oysa böyle olduğu takdirde kurraların halkalarında oturmaları ve dolayısıyla vecde kapılmaları, tegannicilerin halkalarında oturmamaları uygundur ve yine uygun olanı, her davette ve her toplantıda bir tegannici değil, bir kurra (hafız) aramak olurdu. Çünkü Allah Teâlâ'nın ke lâmı, şeksiz ve şüphesiz teganniden daha üstündür?

Cevap: Teganni yedi vecihten ötürü, Kur'an'dan daha fazla vecdi tahrik eder:
1. Kur'an'ın bütün ayetleri dinleyenin haline uygun düşmediği gibi, onun anlayışına ve hâlet-i nahiyesine, tatbik etmesine de el verişli değildir. Bu bakımdan üzüntüye veya şevke veya pişmanlığa tamamen kapılmış bir kimsenin haline şu ayetler uygun düşerler mi?

Allah, evlâdınızın mirastaki durumu hakkında size şöyle emrediyor: Çocuklardan erkeğe, iki dişi payı kadar vardır.(Nisa/İl)

İffetli müslüman kadınlara zina iftirası edenler, sonra bunu ispat için dört şahit getiremeyenler (varya), işte bunlara seksen değnek vurun.(Nûr/4)

56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.

Miras, talâk (boşanma), hudud (cezalar) ve benzeri ayetlerin tamamı böyledir. Ancak kalbin harekete geçmesine ona uygun düşen mânâlar vesile olur. Şairlerin kalp hallerini açık bir dille be lirtmek için vazettikleri şiirleri uygun düşer ki insan hali bu şiirlerden anlamakta bir zoraki duruma muhtaç olmaz. Evet! Kendisi kahredici, mağlûp edici bir hâl ile istilâ edilen bir kimse ki o anda o halden başka bir hale artık yer kalmamıştır ve hâlâ onunla beraber uyanıklık, delici zekâ vardır. O zekâ ile lâfızlardan, uzak mânâları sezebilir. Böyle bir kimse, her dinlediğinden vecde kapılabilir. Tıpkı 'Allah size erkek evlatlarınız hakkında vasiyet ediyor' (Nisa/11) ayetini dinlediği anda insanoğlunu vasiyet etmeye muhtaç ettiren, ölüm halini hatırlatan bir kimse gibi... Her in sanın mutlaka arkasında dünyadan sevgilisi olan mal ve evlât bırakacağını ve sevgililerinden birisini diğerine terkedeceğini ve her ikisini de bırakıp gideceğini anlayıp korku ve üzüntü kendisine hâkim olan bir kimsenin durumudur ve 'Allah evlâtlarınız hakkında size vasiyet ediyor' cümlesindeki Allah kelimesini dinle yip ayetin öncesinden ve sonrasından nazarlarını çevirerek sadece lâfza-i celâl ile vecde kapılıp sallanan veya Allah'ın kulları üze rindeki rahmet ve şefkatini hatırlayıp kullarının miraslarını biz zat paylaştırmayı yürüttüğünü, onların hayatlarında ve ölümle rinde durumlarını düzenlediğim anlayan bir kimse gibi...

Böyle bir kimse kendi kendine der ki: 'Madeni ki bizim ölümümüzden sonra Allah Teâlâ evlâtlarımızın durumunu dikkate alınıştır, bu bakımdan bizim durumumuzu da gözden kaçırmadığmdan şüphe etmiyoruz'.

Böylece ümit verici bir hâl kendisinde belirir ve vecdini hare kete geçirir. Bu vecd sadece Allah Teâlâ'nın rahmetinden se vindiği ve müjdelendiği cihetten gelir veya 'erkek için, iki kadının payı kadar vardır' ayetini dinlediği zaman kalbine erkek olduğu için, erkeğin kadından üstün olduğu, ahiretteki faziletin ancak kendilerini dünyada ticaret ve alışverişin, Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erkekler için sabit olduğu, Allah'tan başkası kendi sini Allah'ın zikrinden meşgul eden bir kimse ise, hakikatin na zarında erkeklerde değil de kadınlarda olduğunu düşünüp ahiret nimetlerinden, kadınların dünya malından geri kalmaları gibi geri kalmasından veya tamamen mahrum olmasından korkan bir kimsenin durumu gibi... İşte bu gibi durumlar, bazen insanın vecde kapılmasına vesile olurlar, Fakat bu da ancak iki sıfata sa hip olan kimseler için sözkonusudur:

Birinci sıfat: Kahredici, tamamen istilâsı altına alıcı bir durumdur.
İkinci sıfat: Yakın emirlerle uzak mânâlara dikkati çekmek için mükemmel ve beliğ bir uyanıklık ve delici bir zekâdır. Bu sıfat pek az bulunan bir sıfattır. İşte bunun içindir ki, insanlar vecdi elde etmek için çoğu zaman mânevi hallere uygun düşen lâfızları teganni etmeye başvurmak mecburiyetinde kalır ki heyecanı çabuk kabarsın.

Rivayet ediliyor ki, Ebu Hüseyin bir cemaatle beraber bir davette bulunuyordu. Aralarında ilmî bir mesele cereyan etti. Bu esnada susarak oturan Ebu Hüseyin, başını kaldırıp onlara şu şiiri okudu:

Çok güvercin var ki, kuşluk zamanında çokça öter! Mahzun mahzun incecik dalların tepesinde durmadan öter! Dostu ve elverişli zamanı hatırlattı! (hatırladı). Üzüntüden dolayı ağladı. Benim de üzüntümü kabarttı!
Benim ağlamam çoğu zaman onun uykusunu, onun ağlaması da çoğu zaman benim uykumu kaçırdı.
Ben şikâyet ediyorum, ona anlatamıyorum!
O dosttan ayrı düştüğü için şikâyet ediyor, bana anlatamıyor.
Arıcak ben, içimin vecd ve yangınından ötürü onu tanıyorum.
O da içindeki vecd ve yangından ötürü beni tanıyıp anlıyor.

Ebu Hüseyin'in bu şiirinden sonra, o cemaatte bulunan herkes, istisnasız, ayağa kalkıp vecde kapıldılar! Oysa daha önce dalmış oldukları ilmî tartışmadan onlarda bu vecd hali hâsıl olmamıştı. Her ne kadar ilim, daha ciddî ve daha hak ise de...

2. Kur'an, birçok kimseler tarafından hıfzedilmiştir. Daimî bir şekilde kulak ve kalplerde tekrarlanıp durmaktadır. İlk defa işitilen bir şeyin kalplerdeki tesiri pek büyük olur. İkincisinde te siri biraz zayıflar. Üçüncü defasında, neredeyse tesiri kaybolacak kadar azalır. Eğer büyük bir vecde sahip olan bir kimse daimî bir şekilde bu şiirden her zaman vecde kapılmaya zorlanırsa, kesin likle vecde kapılmak imkânını sağlayamaz. Eğer o beytin yerine başka bir beyt okunursa, onun eseri de onun kalbinde yerleşir ve is ter ki ikinci defa okunan beyt, ilk defa okunan beytin mânâsından başka birşeyi ifade etmesin. Fakat nazmın ve lâfzın birinci şiire nisbetle yabancı oluşu nefsi harekete getirir. Her ne kadar mânâ lar bir ise de... Oysa okuyucu her zaman yepyeni bir Kur'an oku maya ve her davette taptaze, eskisinin aynısı olmayan bir Kur'an okumaya muktedir değildir. Çünkü Kur'an bellidir. Onun üzerine ilâve yapmak mümkün değildir. Hepsi hıfzedilmiş ve durmadan tekrar edilmektedir. Bizim bu söylediklerimize Hz. Ebubekir'in be devîlerin gelip Kur'an'ı dinleyip ağladıklarını gördüğü zaman söy lediği şu söz işaret etmektedir: 'Biz de sizin gibiydik, fakat kalbimiz katılaştı'.

Sakın Hz. Ebubekir'in kalbinin Arapların cahil kimselerinin kalbinden daha katı olduğunu zannetme. Onun kalbinin Allah sevgisinden, Allah kelâmının sevgisinden bedevilerin kalbinden daha boş olduğu zehabına kapılma. Fakat Kur'an'ın durmadan onun kalbi üzerine tekrar edilmesi, kalbi ile alışkanlık kurmasını ve kalbin artık ondan az teessür duymasını gerektirir. Çünkü çok dinlemek sûretiyle kalbiyle Kur'an arasında bir yakınlık oluşmuştu. Zira daha önce dinlemediği bir ayeti dinleyip de ağlasın ve sonra aynı ayeti dinlemesi sebebiyle yirmi sene o ağlamasına devam etsin! Bu âdet olarak mümkün değildir. Sonra tekrar etsin, tekrar ağlasın ve ilk ağlama son ağlamadan ayrılmasın. Ancak bu durum garip ve yeni olursa devam edebilir. Her yeninin bir lezzeti vardır. Her yeni gelenin bir çarpması vardır. Her eskinin beraberinde bir yakınlık vardır ki, çarpmaya zıt düşer. Bunun içindir ki, Hz. Ömer (r.a), halkı Kâbeyi fazla tavaf etmekten menetmeyi düşünerek şöyle demiştir. Halkın, fazla tavaf etmek sûretiyle bu Beyt hakkında gevşeklik göstermelerinden kork tum. Hacı olarak Kâbe'ye gelen bir kimse, Bey t 'i ilk gördüğü za man ağlar, sızlar. Çoğu zaman ilk gördüğünde düşüp bayılır. Bazen Mekke'de bir ay kadar kalır, nefsinde Beyt e karşı bir tesir hissedemez hale gelir! Bu bakımdan madem ki durum budur, te gannici her zaman yeni şiirler okumaya muktedirdir. Fakat her zaman garip ve dinlenmemiş bir ayet okumaya muktedir değildir.

3. Şiirin zevkinden ötürü kelâmın vezinli oluşu nefiste bir tesirbırakır. Bu bakımdan güzel ve vezinli bir ses, güzel ve vezinsiz birses gibi değildir; vezin ise, ancak şiirlerde bulunur, ayetlerde bu
lunmaz. Eğer muganni, okuduğu şiiri yanlış okursa veya o şiirde lâhn yaparsa veya lâhindeki yolun normalinden kayarsa, derhal dinleyenin kalbi muzdarip olur vecd ve dinlemesi iptal olunup
dumûra uğrar. Uygunsuzluk olduğu için tabiatı nefret eder. Tabiat nefret ettiği zaman kalp muzdarip olur, teşvişe kapılır. Bu bakımdan madem ki durum budur, o halde veznin tesiri vardır ve
bunun için de şiir güzel telâkki edilmiştir.
4. Vezinli şiir, yollar ve destanlar diye adlandırılan lâhinlerden ötürü nefiste tesirler bırakır. O yolların çeşitliliği ancak kısa okunması gereken kelimeyi uzatmak ve uzatılması gereken kelimeyi kısaltmak, kelimeler arasında duraklamak, kesişmek ve bazılarında yerinde olmadığı halde bitiştirmek gibi sebeplerden
ötürüdür. Bu tasarruf, şiirde caizdir, fakat Kur'an'da indirildiği gibi okumaktan başka birşey caiz olmaz. Tilâvetin istemediği bir şekilde Kur'an'da kısaltma uzatma, kesişme, bitiştirme ve duraklama yapmak haram (veya en azından) mekruhtur. Kur'an, indirildiği gibi okunduğu zaman, varlığının sebebi lâhinlerin vezinli
okunması olan tesir kendiliğinden düşer. Oysa bu vezin, tesirhakkında seslerde olduğu gibi anlaşılmazsa dahi tesiri vardır.

5. Vezinli nağmeler, düşüşler ve hançerenin haricinde kavala üfürülmek, tef çalmak ve benzerleri gibi olan vezinli seslerle takviye edilir. Zira zayıf olan vecd, ancak kuvvetli bir sebeple galeyana
gelir. Güçlenmesi de ancak bütün bu sebeplerin toplamından meydana gelir. Bu sebeplerin her birinin tesirde payı ve nasibi vardır. Oysa Kur'an'ı bu gibi karinelerden korumak vâcibdir. Çünkü bu karinelerin görünen tarafları, avam tabakası nezdinde oyuncaksûretindedir. Kur'an ise, bütün halk nezdinde ciddiyetten meydana
gelmiş ilâhî bir kelâmdır. Bu bakımdan yüzde yüz hak olana, halkın nezdinde oyuncak sayılan ve havassın nezdinde de sûreten oyuncak olan birşeyi katmak caiz değildir. Her ne kadar havass, bu şeye oyuncak olmak yönünden bakmasalar da Kur'an'a karışmaması gerekir. Uygun olan Kur'an'ı tezkir ve ta'zim etmek tir. Bu bakımdan Kur'an, yolların kenarında okunmaz. Sâkin bir mecliste okunur. Cünüpken okunmaz. Tahâretsiz bir haldeyken ti lâvet edilmez. Her halde Kur'an'ın hürmet etme hakkını ifa et meye, ancak hallerini murâkabe altına alan kimseler muktedir olabilirler. Bu bakımdan Kur'an gibi bu tür murâkebe ve gözet meye müstehak olmayan teganniye bundan gidilmiştir ve bunun için de zifaf gecesinde bile Kur'an okumakla birlikte tef çalmak caiz değildir. Oysa Hz. Peygamber (s.a) zifaf gecesinde tef çalmayı emir buyurarak şöyle demiştir:
Kalburu dövmek sûretiyle olsa dahi nikâhı ilân ediniz.57

Bu tef çalmak meselesi, Kur'an'la beraber değil, ancak şiirle birlikte caiz olur ve bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a), zevcele rinden Mi'vez'in kızı Rübeyya vâlidemizin58 evine girdiğinde onun yanında şarkı söyleyen cariyeler gördü. İçlerinden birinin şöyle dediğini işitti: 'Bizim içimizde yârın ne olacağını bilen bir peygamber vardır'. Bu mânâyı teganni sûretiyle ifade eden cari yeye Hz. Peygamber şöyle demiştir:
Böyle söylemeyi bırak! Daha önceki sözlerini söyle.59

İşte cariyenin bu şiiri, peygamberlik hakkında bir şahitliktir, fakat Hz. Peygamber onu bu şahitlikten menedip oyuncak olan te ganniye dönüştürdü. Çünkü bu konu ciddiyet gerektirir. Bu bakımdan oyuncak bir şeyle ifade edilmesi uygun değildir. Eğer oyuncak bir şeyle ifade edilmiş olsaydı, teganni dinlemeyi kalbin galeyanına vesile kılan sebeplerin takviyesi, bu yüzden zorlaşırdı. Bu bakımdan hürmet hususunda Kur'an'ı bırakıp böyle yerlerde teganniye başvurmak vâcibdir. Nitekim o cariyenin boynuna'peygamberliğe dair şahitlikten' dönüp teganniye dalması vâcib olduğu gibi...

6. Muganni, bazen, dinleyenin haline uygun düşmeyen bir şiiriokur. Dinleyen, okunan şiiri hoş karşılamaz. Muganniyi onu okumaktan meneder, başkasını okumasını ister. O halde her kelâm, her hale uygun değildir. Bu bakımdan bazı davetlerde, bir Kur'an okuyucusunun etrafında toplanıldığında, çoğu zaman okunan ayetler onların haline uygun düşmez. Zira Kur'an bütün insanlar için, onların değişik hallerine göre şifadır. Bu bakımdan 'rahmet ayetleri korkan bir kimse için, 'azap' ayetleri ise, nefsinden emin
ve aldanmış bir kimse için şifadır.

Bu husustaki tafsilât uzadıkça uzayabilir. O halde okunan Kur'an'ın, dinleyenlerin haline uygun düşmemesinden emin olunmaz. Dolayısıyla dinleyenlerin nefisleri Kur'an'ı kerih gör meye başlar. Böylece Allah'ın kelâmının kerih görülmesi tehlike siyle karşı karşıya gelirler! Öyle bir tehlike ki onu bertaraf etmek için hiç bir yol da yoktur. Öyleyse, böyle bir tehlikeden sakınmak son derece gerekli bir tedbir ve farz bir şeydir. Zira bu tehlikeden ancak dinleyenin haline uygun bir şekle gitmekle kurtulunabilir. Allah kelâmını, Allah'ın murâdından başka birşeye hamletmek ise caiz değildir. Şairin sözünü ise, şairin kastının aksine ham letmek caizdir. Bu bakımdan böyle yerlerde Kur'an okumakta ya dinleyenlerin kerih görme tehlikeleri vardır veya Kur'an'ı dinle yenin haline uygun düşsün diye yanlış te'vil etmek tehlikesi vardır! O halde, Allah'ın kelâmının tâzim edilmesi ve bu gibi teh likelerden korunması farzdır.
İşte buraya kadar anlattıklarımız, kanaatime göre, meşâyihin Kur'an dinlemek yerine teganni dinlemeye geçmelerinin sebep ve illetleridir.

7. Bu vechi, Ebu Nasr es-Sirac et-Tûsî'neden meşayih Kur'an dinlemeyi bırakmış da vecd hususunda teganniyi tercih etmişlerdir?' şeklindeki istifhama bir mâzeret teşkil etmek üzere
zikrederek şöyle demiştir:
Kur'an Allah'ın kelâmı ve sıfatıdır. Haktır, mahlûk olmadığı için hiçbir beşerî kuvvet onu hakkıyla taşıyamaz ve aynı zaman da mahlûk olan sıfatlar da onu taşıyamazlar. Eğer kalpler için Kur'an'm mânâ ve heybetinden bir zerre keşfolunursa kalpler çatır çatır yarılır, dehşet ve hayrete kapılırlar. Güzel nağmeler ise, tabiatlara uygundur. Onların tabiatlara nisbetleri ise, 'hukuk' nisbeti değil de 'huzuz' (pay alma) nisbetidir. Şiirin nisbeti ise 'huzuz' nis betidir. Bu bakımdan nağme ve sesler, şiirlerdeki işaret ve inceliklere eklendikleri zaman, bir kısmı diğerine uygun düşer. Kalplere daha hafif ve haz duymaya daha yakın olur lar. Çünkü mahlûka daha uygundur.

Beşeriyetin bekası devam ettikçe, biz sıfatlarımızla, haz larımızla, hoş nağme ve tatlı seslerden zevk duyarız. Bu bakımdan bu lezzetlerin devamını görmek için sevincimizin kasideler, şiir ve beyitlerden gelmesini temin etmek Allah'ın kelâmı ve sıfatı bulunan Kur'an'dan teinin etmek ten daha evlâ ve uygundur. Çünkü Kur'an, Allah'tan başlamış ve O'na dönecektir.

Bu naklettiklerimiz et-Tûsî'nin konuşmasından ve mâzeret be yan etmesinden kastedilenin özüdür.
Ebu Hasan ed-Dirac'dan şöyle dediği hikâye olunmaktadır: Bağdad'dan kalkıp Hüseyin Râzî'yi ziyaret için yola çıktım. Rey şehrine vardığımda onun yerini sordum. Kime sorduysam bana şöyle dedi: 'O zındığı ne yapacaksın?' Böylece benim göğsümü da ralttılar.. Hatta geri dönmeye bile azmettim. Sonra kendi kendime dedim ki: 'Bütün bu yolu yürüdün. Hiç olmazsa şu adamı bir gör!' Yerini sormaya devam ettim. Sonunda bir camide, mihrabda otu rurken huzuruna girdim. Onun yanında bir kişi vardı. Kişinin elinde ise okumakta olduğu bir Mushaf-ı Şerif bulunuyordu.60 Onu güzel yüzlü, güzel sakallı, parlak ve nuranî bir ihtiyar olarak gördüm. Kendisine selâm verdim. Bana yüzünü çevirip şöyle sordu:
- Nereden geliyorsun?
- Bağdad'dan geliyorum.
- İhtiyacın nedir? Niçin geldin?
- Seni görmek, sana selâm vermek için geldim.
- Eğer bu geçtiğin memleketlerin birinde bir insan önüne çıkıp Rey şehrine gitme, bizim yanımızda kal. Sana bir ev ve bir cariye alalım' deseydi, acaba onun bu teklifi, seni gelmekten alıkoyar
mıydı?
- Allah Teâlâ beni böyle birşeyle imtihan etmedi! Eğer beni imtihan etseydi nasıl olurdu bilemem?
- Sen birşey okuyabilir misin?
- Evet!
- Haydi oku bakalım.
Ben de şu şiiri okudum: Seni görüyorum. Beni uzaklaştırmak için durmadan bahane arıyorsun.
Eğer akim olsaydı o yaptıklarını taş üstünde taş bırakmak sızın yıkardın.
Sanki ben sizi görüyorum. Keşke' sizin en faziletli sözünüzdür! Keşke 'keşke'nin fayda vermediği bir zamanda olsaydık!

Bu şiirden sonra önündeki mushafı kapattı. Sakalı ve elbiseleri şırıl sıklam ıslanıncaya kadar ağladı. Hatta çok ağladığından do layı ben kendisi için şefkat ve rikkate geldim. Sonra dedi ki:
- Ey oğul! Rey halkını 'Yusuf zındıktır!' dediklerinden dolayı kınıyorsun. Oysa ben sabah namazından beri Kur'an okuyorum. Gözümden bir damla yaş akmamıştır. İşte bu şiirden dolayı, görüyorsun ki başımda kıyamet koptu.

O halde kalpler her ne kadar Allah sevgisinde yanık iseler de, muhakkak ki garip ve yeni işitilen bir şiir, Kur'an okumanın mey dana getirmediği heyecanı, o kalplerde meydana getirebilir. Bunun hikmeti; sadece şiirin vezni ve tabiatların hâline uygun olmasıdır. Tabiatlara uygun bulunduğu içindir ki, insan şiir söylemeye muktedir olmuştur. Kur'anın ise nazmı, konuşmanın uslûplarından ve yollarından hariçtir. İşte bunun için Kur'an beşeri acz içeri sinde bırakmıştı. Beşer tabiatının hâline uygun olmadığı için beşerin kuvvetinin kapsamına dahil değildir.

Zünnûn-i Mısrî'nin hocası olan İsrafil'in huzuruna birisi gelip İsrafil'in parmağıyla toprağı eşelediğini ve bir şiir okuduğunu gördü. İsrafil, giren kişiye şöyle sordu:
- Sen herhangi bir şiiri okumayı becerebilir misin?
- Hayır, beceremem.
- O halde sen kalpsiz bir kimsesin...
İsrafil bu sözüyle işaret eder ki, kalp sahibi olan ve kalbin ta biatını bilen bir kimse bilir ki, hiçbir şeyden olmayan beytler, nağmeler kalbi harekete getirirler. Böyle bir kimse de ya kendi nef sinin veya başkasının sesiyle kalbini harekete geçirmenin yolunu araştırır. Biz, dinlenilenin anlaşılması ve yorumlanması hakkındaki birinci makamın hükmünü, kalpte bulunan vecdle il gili ikinci makamın hükmünü naklettik. Bu bakımdan şimdi vec din tesirlerini zikredelim. Vecdin tesirlerinden gaye, iç âlemden dış dünyaya sızan bağırma, ağlama, hareket, elbiseleri yırtma ve benzerleridir.

III. Makam/Âdâb
Bu makamda semâ'nın zahirî ve bâtınî edeplerini, vecdin tesir lerinden övülenleri ve kötülenenleri zikredeceğiz. Semanın âdâbı beştir,
1. Edep
Zamanı, mekanı ve arkadaşları gözetmek ve riayet etmektir. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der: 'Semâ üç şeye muhtaçtır. Eğer bu üç şey mevcut değilse dinleme! O şeyler de zaman, yer ve ar kadaşlardır'.
Bunun mânâsı şudur: Yemeğin geldiği veya mücadelenin ce reyan ettiği veya namazın hazır olduğu veyahut kalbin ızdırabıyla beraber herhangi bir mâninin bulunduğu bir zamanda semâ'da hiçbir fayda yoktur. İşte zamanı gözetmenin mânâsı bu demektir, Bu bakımdan kalbin semâ için boş olduğu hâl ve durum gözetilmelidir.
Mekâna gelince, yer bazen halkın güzergâhı olan yoldur veya manzarası kötü olan bir yer olur veya kalbi meşgul edebilecek bir sebep o yerde bulunur. Bu bakımdan böyle bir yerde semâ dinle mekten sakımlmalıdır!
Arkadaşlara gelince, bunun sebebi şudur: Mecliste, kendile rinden başkası, yani semâyı inkâr eden ve zâhirde 'zâhid' görü nüp kalbin inceliklerinden mahrum bulunan bir kimse hazır bu lunursa orası için hazmedilmeyecek bir ağırlık olur ve kalp onunla meşgul olur. Böylece dünya ehlinden durumu murâkabe ve gözetmeye muhtaç olan bir mütekebbir veya tasavvuf ehlinden kendini zoraki vecde kaptıran bir riyâkâr, vecd, raks ve elbisesini yırtmakla gösteriş yapan bir kimse hazır bulunduğu zaman da semâ'dan sakınmak gerekir. Çünkü bütün bunlar, kalbi bu landıran âmillerdir. Bu bakımdan bu şartların olmadığı bir anda semâ'ı terketmek daha evlâdır. İşte dinleyenin dikkat edeceği şartlar bunlardır.

2. Edep
Hazır bulunanların durumunu dikkate almaktır. Bu bakımdan şeyhin etrafında semâ'dan zarar gören müridler varsa, onların huzurunda dinlemesi uygun değildir. Eğer dinliyorsa, hiç değilse onları başka bir işle vazifelendirmelidir. Semâ'dan zarar gören mürid, bu üç sınıftan biridir. Bu üç sınıfın derece bakımından en azı, ahiret yolundan ancak zahirî amellerden başka birşey idrâk etmeyen ve semâ'dan zevki olmayan bir zattır. Bu bakımdan bu zat için semâ ile meşgul olmak, kendisini ilgilen dirmeyen birşeyle meşgul olmak demektir. Zira bu kimse, eğlence ve oyun ehlinden değildir ki oynasın. Zevk ehlinden de değildir ki, semânın zevkiyle nimettensin. Bu bakımdan bu kimse zikirle veya herhangi bir hizmetle meşgul olmalıdır. Aksi takdirde zamanını ziyan etmekten başka birşey böyle bir kimsenin eline geçmez.

Bu üç sınıftan ikincisi o kimsedir ki, kendisinde semâ zevki vardır. Fakat daha kendisinde şehvetlere ve beşerî sıfatlara iltifat etmek ve onlardan hazz duymak eseri ve kalıntısı mevcuttur. Hal-i hazırda tehlikesinden emin olunacak şekilde nefsini kırmış değildir. Böyle bir kimse için çoğu zaman semâ oyunu geliştirir ve şehveti kabartır. Böylece yürüdüğü ahiret yoluna set çeker ve ken disini kemâle ermekten alıkoyar.

Bu sınıfların üçüncüsü ise, şehveti tamamen kırılmış, şehvetinin tehlikesinden emin, basireti açılmış ve kalbi Allah sev gisiyle dolmuş bir kimsedir. Fakat buna rağmen, ilmin zâhirini kuvvetlice elde etmemiş, Allah'ın sıfat ve isimlerini öğrenmemiş, Allah için nelerin caiz, nelerin muhal olduğunu tam mânâsıyla kavrayamamıştır. Bu bakımdan böyle bir kimse için semâ kapısı açıldığı zaman Allah hakkında dinlediklerini, Allah için düşünülmesi caiz olan mânâya da, olmayana da yorumlayabilir. Bu takdirde küfrün kendisi olan o tehlikelerden gelen zarar semanın vermiş olduğu faydadan daha fazla olur!

Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Her vecd hali ki onun meşruiyyetine Kitab ve Sünnet şahidlik etmez bâtıldır'. Bu bakımdan böyle bir vecd için semâ elverişli olamaz. Kalbi halen dünya sevgisi, methedilme muhabbetiyle kirli bulunan bir kimse için de semanın elverişli olmadığı gibi, sadece zevk almak için dinleyip bunu kendisine âdet edinen ve dolayısıyla bu âdeti kendi sini ibâdetlerinden alıkoyan kimse için de semâ elverişli değildir! Kalbin gözetmesini gölgelendiren, yolunun kesilmesine vesile olan bir kimse için de dinlemek uygun değildir. Bu bakımdan semâ ayak kaydincidir. Zayıf kimseleri semâ 'dan korumak farzdır.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: Rüyamda İblis'i gördüm. Kendisine 'Acaba bizim arkadaşlarımızdan birşey elde eder mi sin?' diye sordum. Dedi ki: 'Evet, iki vakitte; semâ vaktinde ve ha rama baktıkları zamanda onların içine girerim. (Orada bulunan) şeyhlerden biri dedi ki: 'Eğer ben İblis'i görmüş olsaydım ona şöyle derdim: 'Sen ne kadar da ahmak imişsin! O kimse ki, dinlediği zaman O'ndan (Allah'tan) dinler, baktığı zaman O'na bakar, onu nasıl elde edebilirsin?' Bu söz üzerine Cüneyd bu zata 'Doğru söy ledin!' dedi.

3. Edep
Söyleyenin söylediklerine kalbi hazır, iltifatı sağa sola az olduğu halde, dinleyenlerin yüzlerine ve onlardan meydana gelen vecd hallerine bakmaktan çekindiği, nefsiyle meşgul olduğu, kal bini gözettiği, Allah Teâlâ'nın sırrından açılan rahmetini mura kabe ettiği arkadaşlarının kalbini teşvik edici haraketlerden ko runduğu halde kulak vermesidir.

Aksine zâhiri sâkin, azaları yerinde, öksürmekten ve geğirmekten korunmuş olduğu halde dinler. Tıpkı kalbini tama men kaplayan bir fikirde oturduğu gibi başını eğerek oturur. Oturup el çırpmaktan, raksetmekten, tekellüf ve riya gibi hareket lerden çekinerek söz esnasında fuzulî şeyler konuşmadan dinler. Eğer kendisine vecd galebe çalarsa, ihtiyarı olmaksızın sallanırsa, bu takdirde bu hareketinde kınanmaz ve mazur sayılır. Ne zaman yeniden iradesine kavuşursa yine sükûnet ve durgunluğuna dön melidir. 'Vecd durumu pek kısa sürdü' demekten utanarak ira desi dahilinde olduğu halde o durumu sürdürmesi uygun değildir. 'Kalbi katıdır. Kalbinde saflık ve rikkat yoktur' denilmesinden kor karak zoraki bir şekilde vecde kapılması da uygun değildir.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye arkadaşlık yapan bir genç vardı. Zikirden herhangi birşey dinlediği zaman kendisinden korkunç bir çığlık duyulurdu. Bir gün Cüneyd kendisine dedi ki: 'Eğer ikinci bir defa böyle yaparsan bundan sonra benimle arkadaşlık yapamazsın!' Bu sözden sonra nefsini, bedenindeki her tüyünden ter akıtıncaya ka dar zorlar, zapteder, bağırmazdı. Bu genç, nefsini tamamen kon trol altına aldığı için birgün boğulacak bir duruma geldi. Dolayısıyla nefsinin yok olmasına ve kalbinin parçalanmasına ve sile olabilecek bir figan çıkardı, düşüp öldü

Rivayet ediliyor ki, Hz. Musa (a.s) İsrailoğulları arasında va'z ederken, onlardan birisi elbisesini yırttı. Bunun üzerine, Allah Teâlâ Hz. Musa'ya şöyle vahyetti: 'Ona de ki: Benim için elbisesini değil, kalbini yırtsın!'
Ebu'l-Kasım İbrahim b. Muhammed en-Nesrabâzî61, Ebu Amr b. Ubeyd'e dedi ki:
- Bir grup bir araya geldiği zaman, eğer onların beraberinde bir muganni olup da tegannide bulunursa, gıybet etmelerinden dahahayırlı olur.
-Semâ'daki riya, ki sende bulunmayan bir hali kendi nefsinde bulmandır otuz sene gıybet yapmandan daha şerlidir.

Soru: Acaba semâ'nın kendisini harekete geçirmediği ve zâhi rine tesir etmediği bir kimse mi daha üstündür veya semâ'dan te sire kapılan mı?

Cevap: Tesirin görünmemesi bazen gelen vecdin cılızlığından dolayıdır. Bu durum ise eksikliktir. Bazen de iç âleminde bulunan vecdin kuvvetiyle beraber olur. Fakat âzaların zaptmdaki kuvvetin kemâlinden ötürü görünmez ve bu erginlik işaretidir. Bazen de bü tün hallerde vecdin ayrılmaz bir arkadaş olmasından ötürü olur. Bu bakımdan bu durumda dinlemenin fazla bir tesiri göze çarp maz. Bu ise kemâlin zirvesine varmak demektir. Çünkü vecd sahibinin vecdi, birçok hallerde devam etmemektedir. Bu bakımdan daimî bir vecdin içinde bulunan bir kimse ise, hakkı gözeten ve şuhudun kendisinden ve özünden ayrılmayan bir kimse demektir, Böyle bir kimseyi hallerin tehâcümü değiştiremez. Sıddik-ı Ekber'in (r.a) 'Biz de sizin gibiydik' Sonra kalbimiz katılaştı' deme sinin buna işaret olması uzak bir ihtimal değildir. Bu tekdirde sö zün mânâsı şu olur: 'Kalbimiz kuvvetleşti, gelişti. Herhalde vecd den ayrılmamayı taşıyabilecek bir raddeye vardı.

Bu bakımdan biz Kuranın mânâlarını devamlı bir şekilde dinliyoruz. O halde, Kur'an bizim için yeni ve bize ansızın gelen birşey değildir ki, biz onunla müteessir olalım1. O halde vecdin kuvveti harekete geçirir. Aklın ve manevi hâkimiyetin kuvveti ise, zâhiri kontrol altına alır. Bazen bu iki durumun biri kuvvetinin şiddetinden dolayı öbürünü mağlup eder. Bu mağlûbiyet, ya karşıdakinin durumunun zafiye tinden doğar ve buna göre eksiklik ve kemâl derecesi tesbit edilir. Bu bakımdan yere yığılarak sağa sola sallanan bir kimsenin, sal lanmasına hâkim olan bir kimseden, vecd yönünden daha mü kemmel okluğunu sanma! Aksine nice sakin kimseler vardır ki, vecdi d durmadan sallanan bir kimseden daha mükemmeldir. Çünkü Cüneyd-i Bağdadî yolun başlangıcında semâ durumunda sallanırdı. Sonra sallanmaz hale geldi, kendisine bu durum sorulduğunda şu ayeti okudu:

Bir de dağları görür, onları hareketsiz sanırsın! Oysa onlar' bulut geçer gibi geçer (hareket ederler). Bu, herşeyi muhkem yapan Allah'ın işidir. Şüphesiz ki o, bütün yaptıklarınızdan tamamiyle haberdardır,
(Neml/88) Sonra da 'Bu ayet, kalbin hareket halinde olduğuna, melekût âleminde seyrettiğine, âzaların zahirde sükünet bulup edepliolduğuna işarettir' dedi.

Ebu'l-Hasan der ki: 'Sehl et-Tüsterî ile altmış sene arkadaşlık yaptım. Hiçbir zaman işittiği zikir ve Kur'an'dan vecde geldiğini görmedim. Ömrümün sonunda bir kişi huzurunda 'Artık bugün ne sizden, ne de o kâfir olanlardan bir karşılık, bedel kabul edil mez' (Hadîd/15) ayetini okudu. Tirtir titremeye başladığını gör düm. Neredeyse yere düşecekti. Normal haline döndüğü zaman "böyle yapmasının' sebebini sordum. Bana 'Evet, ey dostum! Artık biz zayıfladık!' dedi. Bir ara da 'O gün bütün mülk Allah'ındır. Kâfirlere ise, bugün çok çetin bir gün olur' (Furkan/26) ayetini okudu ve sallanmaya başladı. Arkadaşlarından İbn Sâlim adlı zat bunun sebebini sordu. Cevap olarak 'Ben artık zayıflamışım' dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle sordu:' Eğer bu durum, zayıflıktan geliyorsa halin kuvveti nasıldır? Şöyle dedi: 'Hâlin kuvvetliliği şu demektir: Kişinin üzerine gelen manevi hallerinin tümünü, hali nin kuvvetliliğinden ötürü kabullenmek ve o gelen hallerden vecde gelmemek demektir, velev ki gelen haller kuvvetli olsa bile...'

Vecdin varlığıyla beraber, zâhiri âzalan kontrol altına alan kudretin sebebi, şuhudun ayrılmanazlığından olan hallerin eşitliğidir. Nitekim Sehl et-Tüsterî'den şöyle dediği hikâye olunur: 'Benim namazdan önce ve sonraki durumum birdir'. Evet bu zat, her halde Allah'la (mânen) beraber olduğundan, zikri hazır ve kalbini gözetici olduğundan dolayı böyle idi. İşte bu zat, semâ'dan önce ve sonra da böyle olurdu. Çünkü onun vecdi daimîdir. Cemâlullaha. karşı olan susuzluğu aralıksızdı. Kana kana içişi de sem&nm artışında tesir etmeyecek derecede devamlıydı.

Rivayete göre, Mümşad ed-Dineverî içlerinde bir muganninin bulunduğu bir cemaate geldiğinde sustular. Onlara dedi ki: 'Ben gelmeden önce yaptığınıza dönünüz! Eğer dünyanın bütün melâhi-leri benim kulağımda toplansa, ne benim himmetimi meşgul eder, ne de bendeki hastalığın zerresine şifa getirir!'

Cüneyd-i Bağdâdî şöyle demiştir: İlmin fazlasıyla beraber vec din eksikliği zarar vermez. İlmin fazlası vecdin fazlasından daha üstündür. Böyle bir kimse, (daimî bir şekilde şuhud içerisinde bu lunan bir insan) muganni dinlemek için dünyaya gelmiş değildir ve dinlemekten de müstağnidir.

Bunlardan bir kısım vardır, semâ yi ancak yaşlandığı zaman bırakmıştır. Ancak arkadaşlarından birine yardım etmek ve onu sevindirmek için, arada sırada semâ meclislerinde hazır bulunur. Çoğu zaman da cemaat tarafından kuvvetinin kemâli bilinsin diye semâ meclisine gelir. Böylece cemaat anlamış olur ki, kemal za hirî vecde bağlıdır ve bu kimseler ondan, zâhirini zoraki bir vecd den sakındırma dersini alırlar. Her ne kadar o cemaat böyle yap mak hususunda onlara uymak kudretinden yoksun iseler de... Eğer şuhud makamına varan kimseler, kendisi gibi olmayan kim selerle beraber semâ meclisinde bulunurlarsa, bedenleriyle on larla beraber olurlar. Kalpleriyle, iç âlemleriyle onlardan uzak bu lunurlar. Nitekim semânın bulunmadığı bir yerde de kendileri gibi olmayan kimselerle oturmalarını gerektiren ârızî sebeplerden dolayı oturdukları gibi...

Şuhud makamına varan zevâtın bazılarından semâ'yı ter kettiği naklediliyor ve zannediliyor ki, bizim açıklamasını yaptığımız sebeplerden dolayı semâ'dan müstağni olmuş da semâ'yı terketmiştir. Bazıları da zâhidlerden idi. Semâ'da onun ruhî hazzı yoktu. Aynı zamanda eğlence ehlinden değildi. Bu bakımdan kendisini ilgilendirmeyen bir konu ile meşgul olmamak için semâ'yı terketti. Bazıları da arkadaş bulunmadığı için terketti. Nitekim bazısına şöyle soruldu: 'Neden dinlemiyorsun?' Dedi ki: 'Kimden ve kiminle dinleyeyim?'

4. Edep
Nefsine hâkim olduğu halde ayağa kalkmamak ve sesli ağlamamaktır. Fakat hâzır bulunanlara gösteriş yapmak mak sadını taşımadığı zaman, raksetmesi veya ağlamaklı görünmesi mübahtır. Çünkü ağlamaklı görünmek, üzüntüyü getirir. Raks ise, sürur ve neşenin tahrikine sebeptir. Bu bakımdan her sürur mübahtır ve onu tahrik etmek de caizdir. Eğer sürur haram ol saydı, muhakkak, Âişe Hz. Peygamber ile beraber Habeşlilerin oyu nunu seyretmezdi. Oysa Habeşliler raksedelerdi. Bazı rivayet lerde; Aişe validemizin Habeşlilerin raksettiğini söylediği kayde dilmektedir.62
Sahabenin (r.a) bir cemâatinden rivayet ediliyor ki, kendilerini raksa mecbur eden bir sürur olduğunda raksederlerdi. Bu hadîse Hz. Hamza'nın kızı Umâme hakkında rivayet edilmiştir. Umâme'yi terbiyesi altına alıp büyütmek için amcası oğlu Hz. Ali ile kardeşi Câfer b. Ebi Tâlib ve Zeyd b. Hârise münakaşa ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye şöyle dedi:
Sen bendensin, ben de sendenim.
Bu sözden ötürü Hz. Ali heyecana kapılıp raksetti. Câfer'e de şöyle dedi:

Senin yaradılışın ve ahlâkın benim yaradılışıma ve ah lâkıma benziyor.
Bunun üzerine Câfer de Hz. Ali'nin arkasından raksa başladı. Zeyd'e de şöyle dedi:

Sen bizim kardeşimiz ve âzâd edilmiş kölemizsin.
Bu söz üzerine Câfer'den sonra Zeyd de heyecana kapılıp rak setti. Sonra Hz. Peygamber (s.a) 'Umâme'nin büyütülmesi Câfer'e aittir. Çünkü Umâme'nin teyzesi Câfer'in hanımıdır. Teyze ise anne demektir' dedi.
Başka bir rivayette, Hz. Peygamber Aişe validemize (r.a) şöyle demiştir:

Habeşlilerin raksına bakmayı seviyor musun?
Hadîsin ibaresinde geçen zefn ve hacel raks etmek demektir. Bu raks da bir sevinme ve şevkten doğar. Raksın hükmü ise, onu tahrik edenin hükmüne bağlıdır. Eğer rakseden adamın sevinmesi meşrû ve güzel ise, onun raksı o sevgiyi artırdığı için güzel olur. Eğer mübah ise, raksı mübah olur. Eğer kötü ise, raksı kötü olur.

Evet! Raksı âdet edinmek, büyüklerin ve önderlerin sânına yakışmaz. Çünkü raks, ekseriyetle, oyun ve eğlenceden ileri gelir. Halkın gözünde, oyun ve eğlence sayılan bir şeyden ise, önderlik mevkiini işgal eden bir kimsenin sakınması uygundur ki halkın gözünde küçülmesin ve kendisine uyulmaktan vazgeçilsin.
Elbiselerini yırtmak ise, iş çığırından çıkıp irade kaybol madıkça caiz olmaz! Fakat vecdin elbiseyi yırtacak kadar galebe çalması da uzak bir ihtimal değildir. Zira kişi vecdin sarhoşluğuna şiddetli bir şekilde mağlûp olduğundan dolayı ne yaptığından habersiz olur veya yaptığını idrâk eder, fakat kendi nefsini zaptetmeye güç yetiremeyecek derecede mecbur kalabilir. Zâhirde böyle bir kimse, mecbur olan bir kimsedir. Bu bakımdan hasta bir kimsenin inlemeye mecbur olup inlemekten dolayı nefes aldığı gibi, böyle bir kimse de hareket etmekte ve elbiselerini yırtmakta tıpkı inlemeye mecbur olan hasta gibidir. Eğer kendisine 'böyle yapmaktan sakın' diye teklifte bulunulursa, buna güç yeti remez. Oysa böyle yapması ihtiyarî bir fiildir.

Eğer insanoğluna 'bir saat nefesini tut, dışarı bırakma' teklifi yapılırsa, içinde nefes alıp verme mecburiyetinde olduğunu hissedecektir. Bağırmak ve elbiseyi yırtmak da bazen böyle olur. Bu bakımdan bu tür hareket lerden ve galebe çalan vecdden konuşuldu ve bunun hududu Sırrî'ye soruldu. Şöyle cevap verdi: 'Evet, böyle bir vecd vardır. Bu vecde kapılan bir kişinin yüzüne keskin kılıçla vurulduğu halde bilmez'.

Bu hususta birkaç defa Sırrî es-Sakatî'ye soruldu ve bir insanın bu dereceye gelmesi uzak göründü. Fakat
Sırrî es-Sakatî dediğinde ısrar edip sözünden dönmedi. Bunun mânâsı 'Bazı hallerde bazı insanlarda vecd, bu raddeye kadar varır' demektir.

Soru: Semâ'dan ve vecd'den sonra sûfilerin yepyeni elbiseyi yırtmaları hakkında ne diyorsun? Zira sûfiler yepyeni elbiseleri küçük küçük parçalar halinde yırtıp cemaate dağıtıyorlar ve buna hırka adı veriyorlar.

Cevap: Eğer elbise ve seccadelerin yamanmasına elverişli ve dörtgen bir şekilde parçalanırsa mübahtır. Zira bezler, kendilerin den iç gömlek yapılsın diye yırtılır ve bu yırtma, malı ziyan etmek ve israf değildir. Çünkü bunu bir gaye için yapar, Elbiselerin ya manması da böyledir. Elbiseleri yamamak ancak küçük kumaşparçalarıyla mümkün olabilir. Böyle yamaları elde etmek de ge rekli bir iştir. Bütün cemaate dağıtmak ise, hayrın yayılması bakımından mübah ve maksuddur, Bu bakımdan her bez sahibi nin bezini yüz parçaya ayırma yetkisi vardır ve yüz müslümana verme selâhiyetine sahiptir. Fakat yamaların istifade edilecek şekilde olması gerekir. Biz semâ'da elbiseyi bozmayı, bir kısmını faydasız hale getirmeyi yasakladık. Oysa elbisesini öyle bir şekilde yırtar ki, artık ondan herhangi bir hususta faydalanılmaz, İşte bu katıksız bir ziyandır. İnsanın bilerek böyle yapması caiz olmaz.

5, Edep
Cemaatin içinden biri, riyasız ve tekellüfsüz, dosdoğru bir vecde kapılıp ayağa kalktığı zamanda cemaat ayağa kalkarsa, ayağa kalkıp onlara uymak gerekir veya kişi hiçbir vecd göster meksizin kendi isteğiyle kalkar, cemaat de onun kalkışıyla ayağa kalkarsa, yine cemaate uymalıdır. Çünkü böyle yapması ar kadaşlığın âdâbındarıdır. Böylece eğer bir grup vecde kapılan kişinin sarığı düştüğü zaman, ona uymak için başlarından sarıklarını çıkarmayı âdet edinmişlerse veya vecde kapılan elbise sini yırtıp çıkardı diye diğerleri de elbiselerini çıkarmayı âdet edinmişlerse, onlara uygun hareket etmesi gerekir. Bu bakımdan bu işlerde cemaate uymak, güzel arkadaşlık ve güzel muaşeret sayılır. Zira muhalefet, nefreti doğurur. Her kavmin bir âdeti vardır. Adetlere muhalefet ise, nefrete sebep olur. Zira insanların ahlakıyla ahlâklanmak lâzımdır. Nitekim bu husus hadîs-i şerifte de vârid olmuştur.63 Hele insanların ahlâklarında güzel muaşeret, mücamele ve yardımdan ötürü kalplerin hoşlanması gibi iyi şeyler varsa, onlara uymak daha da gerekli olur.

İtiraz: Böyle yapmak bid'attır. Sahabe-i Kirâm'da böyle birşey yoktu.

Cevap: Mübah olduğuna hükmedilen herşeyin ille de sahabe den nakledilmesi şart değildir. Mahzur, ancak Hz. Peygamberden gelen bir sünnet ile çatışan bir bid'atı işlemektedir.

Oysa bu söylediklerimizin yasaklanması hususunda herhangi birşey nakledilmiş değildir. Bir misafirin gelişi anında ayağa kalkmak Arabın âdetinden değildi. Aksine ashab bazı hallerde Enes'in rivayet ettiği gibi Hz. Peygamberin bile önünde ayağa kalkmıyordu. Buna rağmen madem ki bu hususta umumî bir ya sak sabit olmamıştır, o halde gelen misafire ikram olsun diye ayağa kalkmak âdeti yaygın olan memleketlerde böyle yapmakta herhangi bir sakınca ve mânevî zarar ihtimali görmemekteyiz. Zira gelenin önünde ayağa kalkmaktan gaye; ona hürmet etmek, ikramda bulunmak ve onun kalbini böylece hoş etmektir. Yardım çeşitlerinin diğerleriyle de kalbin hoş edilmesi kastedildiği ve bir cemaatin âdeti olduğu zaman, onlara o âdetlerde yardım etmekte sakınca yoktur. Aksine en güzeli onlara âdetlerinde yardım etmek tir. Meğer ki o âdet hususunda te'vil kabul edilmeyecek bir yasak gelmiş olsun... O zaman hüküm değişir.

Eğer raksetmeyi kalbinde ağır görüyorsa, cemaatle beraber kalkmaması, dolayısıyla onların hallerini teşvik etmemesi edep dendir. Zira vecde kapıldığını göstermeksizin raksetmek mübahtır. Yapmacık vecde kapılan bir kimsenin zoraki hareketleri orada hazır bulunanların gözünden kaçmaz. Halis bir niyetle raksa kal kan bir kimseyi tabiatlar çirkin görmezler. Bu bakımdan o mecliste hâzır bulunanların kalpleri kalp sahiplerinden oldukları tak dirde doğruluk ve yapmacığın mihenk taşıdır. Bazılarından doğru vecd sorulduğu zaman şöyle demiştir: 'Vecdin doğruluğu, orada hazır bulunanların vecde kapılanla ters düşmemeleridir kalple rinin kabul etmesi demektir'.

Soru: Acaba tabiatlar raksetmekten neden nefret ediyorlar? İnsanların zihnine raksın bâtıl olduğu, oyun ve eğlence olduğu ve dine aykırı düştüğü niçin' geliyor? Dinde ciddiyet sahibi hiçbir kimse görülmez ki raksı reddetmesin!

Cevap: Ciddiyet, Hz. Peygamberin ciddiyetinden fazla olamaz. Oysa Hz. Peygamber, Habeşlilerin mescidde raksettiklerini gördü ve onu yasaklamadı. Çünkü bu raks uygun bir zamanda ve uygun kimselerden vâki olmuştur. O uygun vakit bayram günüydü ve o uygun kimseler de Habeşlilerdi. Tabiatlar rakstan şu illetten dolayı kaçarlar: Raks, çoğu zaman oyun ve eğlenceyle beraber görünür. Oyun ve eğlence ise mÜbahtır. Ancak Habeşliler ve onlara benzer kimseler; yani avam tabakası için mübahtır. Makam ve mevki sahiplerine ise mekruhtur. Çünkü onlara uygun değildir. Makam ve mevki sahibinin durumuna uygun düşmediğinden dolayı mekruh görülen birşeyi, haram diye vasıflandırmak caiz değildir. Bu bakımdan, bir fakirden birşey isteyene, fakir, bir ekmek verse, faki rin bu ekmeği vermesi güzel bir tâat sayılır. Eğer aynı kişi bir padişahtan istese, padişah ona bir veya iki ekmek verse, bütün in sanların gözünde padişahın böyle yapması münker görünür ve bu hareket tarih kitaplarında padişahın kötülükleri listesine kaydedi lir. Ondan sonra gelen nesilleri ve yakınları onu bu hareketinden ötürü kınayıp ayıplarlar! Bununla beraber 'padişahın yaptığı ha ramdır' demek caiz değildir. Zira fakire bir ekmek vermek bakımından güzel birşey yapmıştır. Fakat makam ve mevkisine bu hareketi kıyas edildi mi, fakirin dilenciye vermemesi çirkin olduğu gibi padişahın bu verdiği de çirkin bir hareket olarak sırıtır. Raks ve onun yerine geçen diğer mübahlar da böyledir. Halk tabakası için mübah olanlar havaslar için günah ve çirkin sayılır ve eb rarın iyilikleri mukarrebinler için çirkin ve günah sayılır. Ancak bu hüküm, makam ve mevkilerine bakmak cihetiyle sıhhatli olabi lir. Eğer işin hakikatine bakılırsa, bu işin esasında haramın bu lunmadığına hükmetmek farzdır. Allah en doğrusunu bilir!
Anlattıklarımızdan şu hüküm çıkar: 'Semâ bazen katıksız ha ram olur, bazen mübah, bazen mekruh ve bazen de müstehab olur'.

Haram olmasına gelince, genç olan insanların çoğu ve dünyevî şehvetin kendisine hâkim olduğu kimseler için haramdır. Zira semâ böyle kimselerin kalplerine hâkim olan kötü sıfatları ka bartır, harekete geçirir!
Mekruh olmasına gelince, semâ'yı mahlûkların sıfatı üzerine yorumlamayan, fakat onu vakitlerinin çoğunda oyun yoluyla âdet edinen bir kimse içindir.

Mübah olmasına gelince, sema dan hiçbir nasip almayan, an cak güzel sesten lezzetlenen bir kimse içindir.
Müstehab olmasına gelince, Allah sevgisi kendisinde galebe çalan, semâ 'dan ötürü güzel sıfatlarından başka bir sıfatı harekete geçmeyen bir kimse içindir.

Hamd bir ve tek olan Allah'a mahsustur. Salât ve selâm Hz. Peygamber'e, âline ve ashabına olsun!





49) Dualar bölümünde geçmişti.
50) Kur'an Tilaveti bölümünde geçmişti.
51) Kur'an Tilaveti bölümünde geçmişti.
52) Tirmizî
53) Ebû Dâvud, Nesâî, Tirmizî
54) Amiri Basralıdır. Künyesi Ebu Hacib'dir. Basra'nın kadısı idi. Şâyân-ı itimad bir abiddi.
55) Künyesi Ebu Muhammed'dir. Bağdadlıdır. Cüneyd'intalebelerindendir. H. 348 senesinde Bağdad'da vefat etmiştir.
56) Mahluk olduğunu tam mânâsıyla idrak eden bir kimse ubudiyetin/kulluğun zirvesine vardığından dolayı övülmek veya yerilmek onun için birdir. Çünkü kendisi mükafat ve mücazatı Allah'tan başkasından istemeyecek bir makama varmıştır.
57) Nikâh bölümünde geçmişti.
58) Bu validemiz Ensar'dandır. Biat'ur-Rıdvan'da Hz. Peygamber'e biat edenlerdendir. Hz. peygamber' den sonra vefat etmiştir.
59) Buhârî
60) Bütün nüshalarda ibare bu şekilde ise de, doğrusu 'onun önünde bir rahle vardı, üzerinde mushaf okuyordu' şeklindedir. (Bkz. ithaf us-Saade)
61) Hadîs âlimi idi. H.67 senesinde Mekke'de vefat etmiştir.
62) Daha önceki bölümde geçmişti.
68) Hâkim (Ebu Zerden); 'Halkın ahlakıyla ahlâklanıp arkadaşlık ediniz', başka bir rivayette 'Sabırlı olup ahlâkta halka uyunuz. Fakat amellerinde onlara muhalefet ediniz' şeklinde gelmiştir.