Hülya Koçyiğit’li bir Türk filminin finalinde, pek çok kavgaya ve belaya sebebiyet vermiş pahalı bir kolye, aşklarının böyle bir uğursuzlukla zedelenmesini istemeyen âşıklar tarafından denize atılır. Bu bir ‘mutlu son’dur. İnsanın içinden ‘paraya çevirip kenarda bekletseydiniz, bunun yarını var, öbür günü var’ diye geçer. Ama belli ki âşıklar paraya tahvil edilebilen şeylerin parayla ölçülemeyecek değerleri erozyona uğratabileceğinin farkındadırlar ve böyle bir tehlikeyi göze almak istemezler. Tevazu gösterirler, aşk yeterlidir ve insan olana kâfi gelir.
Türk sinemasının ideal bir aşk tasavvuru sunduğunu, onun olması gereken her halini doğru bir biçimde karşılamış olduğunu iddia edecek değilim. Ama bu filmden ve benzerlerinden 20–30 yıl sonra, bugün gelinen noktaya baktığımda keşke Türk filmlerine o kadar çok gülmeseydik diyorum. Şimdilerde aşk kapitalizmin sosyal küvetinde yıkanıyor ve pahalı havlulara sarınıp çıkıyor, çıkan şey aşka benzemiyor. Elime bir bakkal mumu alıp şu meşhur ‘Bedenime sahip olabilirsin; ama ruhuma asla!’ klişesini arıyorum, bu ateş olsa cürmü kadar yer yakacak mağrur söze, insanların kendine gülüyor olmasına aldırmadan, bir anlam üzerinde deviniyor olmasına bakıyorum.